30 Eylül 2006 Cumartesi

BİR KEZ GÖNÜL YIKTINSA...

Bir kez gönül yıktınısa
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil

Bir gönülü yaptınısa
Er eteğin tuttunusa
Bir kez hayır ettinise
Binde bir ise az değil

Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hakk'ı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil

Erden sana nazar ola
İçin dışın pür nur ola
Belî kurtulmuştan ola
Şol kişi kim gammaz değil

Doğru yola gittin ise
Er eteğin tuttunusa
Bir hayır dua ettinise
Birine bindir az değil

Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka meta'ların satar
Yükü gevherdir tuz değil


Erenlerin ulularından Yunus Emre'den bir güzel şiirdi.

29 Eylül 2006 Cuma

YENİ BİR SAYFADA SANA BAKMAK

Her şey yapılabilir
Bir beyaz kağıtla
Uçak örneğin uçurtma mesela
Altına konulabilir
Bir ayağı ötekilerden kısa olduğu için
Sallanan bir masanın
Veya şiir yazılabilir
Süresi ötekilerden kısa
Bir ömür üzerine.


Bir beyaz kağıda
Her şey yazılabilir
Senin dışında
Güzelliğine benzetme bulmak zor
Sen iyisi mi sana benzemeye çalışan
Her şeyden
Bir gülden bir ilk bir sonbahardan sor
Belki tabiattadır çaresi
Senin bir çiçeğe bu kadar benzemenin
Ve benim
Bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliğim
Anlarım bitkiden filan
Ama anlatamam
Toprağın güneşle konuşmasını
Sana çok benzeyen bir çiçek yoluyla


Sen bana ışık ver yeter
Bende filiz çok
Köklerim içimde gizlidir
Gelen giden açan soran bere budak yok
Bir şiir istersin
"İçinde benzetmeler olan"
Kusura bakma sevgilim
Heybemde sana benzeyecek kadar
Güzel bir şey yok


Uzun bir yoldan gelen
Tedariksiz katıksız bir yolcuyum
Yaralı yarasız sevdalardan geçtim
Koynumda bir beyaz kağıt boşluk
Her şeyi anlattım
Olan olmayan acıtan sancıtan
Bilsem ki sana varmak içindi
Bütün mola sancıları
Bütün stabilize arkadaşlıklar
Daha hızlı koşardım
Severadım gelirdim
Gözlerinin mercan maviliğine


Sana bakmak
Suya bakmaktır
Sana bakmak
Bir mucizeyi anlamaktır


Sana sola bakmadan yürüdüğüm yollar tanıktır
Aşk sorgusunda şahanem
Yalnız kelepçeler sanıktır
Ne yazsam olmuyor
Çünkü bilenler hatırlar
Hem yapılmış hem yapma çiçek satanlar
Bahçıvanlar değil tüccarlardır
Sen öyle göz
Sen öyle toprak ve güneş ortaklığı
Sen teninde cennet kayganlığı iken
Sana şiir yazmak ahmaklıktır


Bir tek söz kalır
Dişlerimin arasından
Ben sana gülüm derim
Gülün ömrü uzamaya başlar


Verdiğim bütün sözler
Sende kalsın isterim
Ben sana gülüm derim
Gül sana benzediği için ölümsüz
Yazdığım bütün şiirler
Sana başlayan bir kitap için önsöz


Sana bakmak
Bir beyaz kağıda bakmaktır
Her şey olmaya hazır
Sana bakmak
Suya bakmaktır
Gördüğün suretten utanmak
Sana bakmak
Bütün rastlantıları reddedip
Bir mucizeyi anlamaktır
SANA BAKMAK,
ALLAH'A İNANMAKTIR...

ACI VEREN NOKTALAR...




















Bazen çuvallar dolusu kitap anlatamazken duygularınızı , bir minik cümle tüm duygularınıza tercüman olur sanki. Yukarıdaki resmi wapain.net sitesinin ilk açıldığı günlerde internette bulmuştum. Ve ordaki bloguma ilk eklediğim resimlerden birisiydi. Nerden nereye yani özetle...
Şu an duygularımı en güzel Selahattin Pınar'ın o şarkısı anlatabilir belkide:

"Söndü yadımda akisler gibi aşkın sihri..."

SÖZ BİTER, SÜKUT BAŞLAR..

Söyleyecek çok sözüm vardı,hepsi yarım kaldı..
Neler ummuştum hayattan,elimde ne kaldı..
Kırılan kalbim miydi yoksa,karnımdaki bu sancıyla,
Küflenmiş ruhum unutmadı,unutmadı seni hala...

27 Eylül 2006 Çarşamba

DOSTOYEVSKI "Amcanın Rüyası"

Ve ilk e kitabımız bir dünya klasiği olacak. Dostoyevski'de "Amcanın Rüyası" . Bu e kitabı aşağıdaki hemenpaylas linkinden indirerek okuyabilirsiniz. Dipnot olarak bundan sonraki paylaşımlarımda gerek Türk sitesi olması , gerekse kalite yönü ile rapidshare sitesinden eksiği bulunmamasından dolayı "hemenpaylas.com" sitesini kullanacağım. Ne demişler Yerli malı, Yurdun malı hesabı birazda. Bir bilgiyi not düşeyim. Rapidshare sitesinde yaptıgınız paylaşımlar hiç download edilmezse birileri tarafından , ortalama 1 ay süre sonrasında silinmektedir. Ancak Hemenpaylas.com sitesinde yapılan tüm uploadlar düzenli olarak arşivlenmektedir. Silinmeleri şu an için söz konusu değil. Bu nedenle paylaşımlarda sizlerde hemenpaylas sitesini kullanın derim. Saygılarımla...



AMCANIN RÜYASI


NOT: Kitap pdf formatında ve ortalama dosya boyutu 963kbttır.

24 Eylül 2006 Pazar

E-KİTAP OKUYABİLMEK İÇİN GEREKLİ BİLGİLER

Öncelikle E-kitap olayını biraz daha ayrıntılı anlatalım. E kitaplar; genel olarak pdf, lit, chm, doc uzantılı olarak yapılırlar. Mesela Dostoyevskiden örnek verelim. Suç ve Ceza isimli başyapıtı pdf formatında e kitap olarak piyasadadır. Bunu okuyabilmek için bilgisayarımızda herhangi bir pdf görüntüleyici program kurulu olması yeterlidir. Mesela Abbyy Fine Reader yada Adobe Acrobat Reader gibi programlar bu işi görecektir. Benim tercihim Adobe Acrobat Reader 7.0 professional sürümden yana olur. Ancak siz pdf belgesi üzerinde herhangi bir oynama yapmadan sadece kitap okuyacağınız için sadece Adobe Acrobat Readerin herhangi bir klasik versiyonu işinizi görecektir. Örn. versiyon 5.0 yada 6.0 gibi. Bilgisayarınıza Adobe Reader kurmak için aşağıdaki linke tıklayıp dosyayı indirin ve bilgisayarınıza kurun. Artık e kitap okumaya hazırsınız demektir :)

Adobe Acrobat Reader download


Bir diğer popüler e kitap uzantısı ise LİT uzantılı dosyalardır. Bu dosyalar ise Microsoft ebook reader isimli program ile okunabilir. Programın boyutu ortalam 3,5Mbtır. LİT uzantılı dosyalar için bu programı bilgisayarınıza aşağıdaki linke tıklayıp programı indirin ve sonra bilgisayarınıza kurun. Artık lit uzantılı e kitapları okuyabilirsiniz.


Microsoft E Book Reader 2.1.1


Çok popüler olmayan ama genel anlamda kullanılan bir diğer e kitap dosya uzantısı ise hepimizin bildiği klasik doc uzantısıdır. Microsoft word dosya uzantısı olan doc uzantılı e kitapları okuyabilmek için ise bilgisayarınıza MS Office uygulamasını kurmanız gerekmektedir. Bu uygulama genelde artık hemen hemen tüm bilgisayarlarda standart olarak kurulmaktadır. Bu nedenle büyük ihtimalle sizin bilgisayarınızda da vardır.


Ve son olarak nedir bu e-book, e-kitap yada halk diliyle sanal kitap olayı? Sanal kitap; internetin günlük hayatımıza iyice girmesiyle birlikte varolmuş bir olgudur. Reel dünyada elimize alarak okuduğumuz kağıttan yaprakları olan kitapların bilgisayar üzerinde görsel olarak okunması mantığın dayanır. Genel anlamda yoğun çalışan , bilgisayar ortamında işleri olan ve kitap okumaya çok fazla zaman ayıramayan insanlar için ideal bir kitap okuma yöntemidir. Ve gün geçtikçe popüler hale gelmektedir. Hatta öyleki yeni çıkan cep telefonlarında bile e kitap okuyabilmektesiniz.Koskoca kalın bir kitabı sürekli yanınızda gezdirmek yerine aynı kitabın sanal versiyonunu minicik boyutu ile sürekli takip edip okuyabilirsiniz. Bilginin efendisi olmak tabiri gün geçtikçe gerçek oluyor artık. Zevkli okumalar dileğimle. Çok yakında e kitap download linkleri vermeye başlayacağım. İzlemeye devam edin. Saygılarımla...

E-KİTAP

Düşündümde kitaplar hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Bende bundan sonraki günlerde blogumda çeşitli sanal kitapları yayınlamaya karar verdim. Şayet sizde benim gibi bilgisayar başında çok kalan biriyseniz ve kitap okumaya zaman ayıramadığınızı düşünüyorsanız; İşte size bundan sonra bilgisayar başında okuyabileceğiniz e-kitaplar. Artık mazeretimiz de kalmayacak :) Edebi, teknik, kültürel bir çok konuda pdf yada lit formatında e-kitapları download linkleri ile yayınlayacağım. Umarım topluma bir nebze hizmetimiz olur, ki olursa ne mutlu bize. Arkamdan "Allah razı olsun" cümlesini duymak herşeye bedel olacaktır. Beni izlemeye devam edin. Saygılarımla...

DERTLİ DOLAP

Genel olarak Türkü sözleri, hikayeleri ağırlıklı olmakla birlikte; beraberinde şarkı sözleri ve şiirler eşliğinde bir nevi arşiv olarak düşündüğüm DERTLİ DOLAP blogum dün gece itibari ile yayına girmiştir. İsim olarak ise erenlerin büyüklerinden Yunus Emre'nin Dertli Dolap şiirinden esinlendiğimi söylemeliyim. Zevkle izlemeniz dileğimle. Saygılarımla...

23 Eylül 2006 Cumartesi

AŞIK SEYRANİ

XIX. yüzyıl gizemci halk şiirinin büyük ustası, kuşkusuz, Seyrani'dir. Dehası, yergiciliği, taşlamacılığı, bir bakıma, gizemciliğini bastıran, haksızlığa, rüşvete, kıyıcılığa, toplumsal dengesizliklere, kaba sofuluğa, ahlaksızlığa karşı gözünü budaktan esirgemeden, korkmadan, çekin­meden savaşım veren, bu arada inancının gereklerini de bir yana itmeden, şiirsel yapıdan, söyleyişten uzaklaşmadan, etkin, kalıcı şiirlerini sazıyla halk içinde söyleyen güçlü bir ozan Seyrani. Şiirlerinin çoğunun bugün de güncelliğini yitirmemiş olması, halk arasında büyük saygınlık kazanması, Seyrani'nin gücünü belirlemesi bakımından ilginçtir.

Seyrani, Kayseri'nin şimdiki adı Develi olan Everek ilçesinde doğmuş, yine doğduğu yerde ölmüştür. Yoksul bir mahalle imami olan Cafer Hocanın oğludur. Asıl adı Mehmet'tir. Bir saptamaya göre, 1807 yılında doğmuş, 1866 yılında ölmüştür. Ancak, bu tarihlerin doğruluğu üzerinde kuşkular da vardır. Seyrani’nin bir mezar taşı bile yoktur; bir rivayete göre şimdiki Develi Lisesinin Güney Doğu tarafında lisenin köşesinde olduğu Rahmetli Aşık Ali Çatak Bey tarafından yapılan araştırmalar sayesinde orda oldugu rivayet edilmektedir. Seyrani ;

“Can ipi ten yününden
Saran kirman ular bir gün
Hep kesilir sular bir gün
Ecel kollarini boynuma
Habersizce dolar bir gün
dür bugün”

der ve vefat eder.
Seyrani çocukluğunda bir süre Halasiye mektebine devam eder, iki yıllık bir mahalle eğitimi alır. Bir rivayete göre sekiz yıl askerlik yaptığı söylenir.Askerlik dönüşü evlenir ve Seyfullah, Nasrullah, Emine, Zeliha, Havva ve Fatma adında altı çocuğu olur. Seyrani ismini almasının bir sebebi hikmeti vardir. Bir yaz sabahı mescit imamı olan babasının kapısı vurulur; Cemaat dışarda kaldı, sabah namazı vakti geçiyor denilir. Babası da Seyrani’yi mescidin kandillerini yakmakla görevlendirmistir. Seyrani kandilleri yakmak için mescide gider, kapıyı açar ve kandilleri yanmış bulur içeri girdiğinde kandillerin titrek ışıkları altında muntazam saflar tutmuş yeşil kavuklu, ak sakallı, iri gövdeli, mebih kıyafetlı cismi nurlu bir cemaat görür.Gördügü bu manzara karşısında titrer, korkar düşer ve bayılır. Günlerce ortadan kaybolur, yavrusunun esrarengiz bir şekilde kayboluşundan dolayı validesi ağlar ve çırpınır. Tüm aramalar sonunda bir hafta sonra Köspınardaki gazel bağlarında babası oğlunu baygın bir halde bulur. Ne olduysa ondan sonra olur ve Mehmetlikten Seyrani mahlasli şairliğe geçen insandır artık o. Ne olduğu sorulduğunda; yanındaki yeşil cübbelilerle Bağdat’a gidip Imam-i Azamı ziyaret ettiklerini ve geri kendisini bağa bırakıp üzüm yiyerek ayrıldıklarını söyler. Seyrani’nin kalp gözü açılmıştır artık Hak için yaşar Hak için söyler, Hak için çalar sazını rakiplerini birer birer pes ettirir sözleriyle. Bir ara gururlanır kendisiyle; bağlarına dogru giderken çakıl arasinda bir tilki rast gelir Seyrani Babaya ve “DUR” der tilki; suallerime cevap ver der: ona ahiretle ilgili sualler sorar ve hiç birine cevap veremez ve gururlandığından dolayı bu dersin kendisine reva görüldüğünü anlar ve su sözleri söyler;

“Agir meclislerde sıkılmaz iken
Mengeneye versen bükülmez iken
Seyrani aslana yenilmez iken
Dedirdin tilkiye pes kara bahtım”

der; ve düşer gurbet ellerin yollarına.Yolculuk Istanbul’adır ve dönem Abdülmecit Han dönemidir ve yedi yıl ilim ve irfan tahsil eder. Istanbul'da ''bilimsel ve kültürel öğrenim'' gördügü şiirlerinden anlaşılmaktadır. Bir yandan da Alevi-Bektaşi tekkelerine girmiştir. Tasavvuf konularını öğrenmiş yergici, taslamacı yanını acımasızca kullanmaktan çekinmemiştir. Gelenekçi halk şiirini öğrenmiştir.

Seyrani XIX yy halk şiiriyle tekke şiiri arasında bağlantı kuran, her iki şiir türünü birbiriyle kaynaştıran bir halk şairidir. Şiirlerinde aşk ve tasavvuf konularını işler. Bazı şiirlerinde Alevi- Bektaşi edebiyatında sık sık kullanılan tasavvuf kavramları, özellikle Ehli Beyt sevgisi geniş bir yer tutar. Dili akıcı, söyleyişi kolay ve yumuşaktır. Halk deyimleri, atasözleri gibi ortak dil varlıklarını çok kullanır. Şiir konularını ( aşk, günlük olaylar ) genellikle kendisi hayatından seçer. Bazı şiirlerinde çağının sosyal durumunu, ahlak çöküntülerini toplum sarsıntılarını yerici bir dille ele alır.

Anlaşılan odur ki Seyrani, doğasal olarak her türlü yanlışlıklara karşı çıkmadan, olayları, kişileri yermeden edememektedir. Bu yüzden olacak ki Istanbul’da seçkinleri yerdiği için hakkında kovuşturma açılmış, ve bir dostunun yardımıyla Develi’ye kaçırılmıştır. Bir rivayete göre Seyrani’ nin Istanbul’dan kaçışı şöyle anlatılmaktadır; Dolmabahçe Sarayı yeni yapılmaktadır boşa giden masraflara bakarak saray düzenini ve bozuk düzene sürekli eleştirilerde bulunur. Bu yüzden sürekli saray tarafından tenkitler alır. Yapılan bir yarışmada birinci olur ve ödül için saraya padişah huzuruna çağırılır ve kendisine bir kürk hediye edilir. Saray çıkışında yolda gördüğü soğuktan titreyen bir garibe kürkü hediye eder. Bunu görenler padişaha hakaret diye şikayet ederler ve sürgün edilmesi istenir bunun üzerine huzura çağrılır ve sorulur:ve Seyrani “Beni Hakkın Mekanından Özge Bir Mekan Bulmak Mümkün Ise Bul Gönder” der bu söz padişahın çok hoşuna gider ve affeder. Ama düzen hep tersine gitmeye devam eder ve Seyrani de eleştirilerine sözle karşılık vererek devam eder. Artık Seyrani için ölüm fermanı çıktı çıkacaktır. Develili bir hemşerisi tarafindan gizlice bir gece Develi’ye kaçırılır. Bir süre burada kalır ve daha sonra Halep’e gider ve bir müddette orada kalır. Halepten tekrar Develi’ye döner o artık erenlerin şarabından içmis, Hak için söyleyen bir aşıktır ama malesef Develi onun kıymetini kadrini bilmez; ancak öldükten sonra anlaşılır kıymeti ve kadri.
Özellikle Orta Anadolu'da gezdiği anlaşılan Seyrani'nin ''Aşık Toplantıları''na katıldığı, düzenlenen türlü sazlı sözlü yarışmalarda hep önde gittigi anlaşılıyor.


Yaşamının sonuna doğru bir sinir hastalığına da tutulan Seyrani'ye son döneminde "Deli'' dendiği saptanıyor. Seyrani'nin yaşamı acılarla, yoksulluklarla geçmiştir, bütün zorluklara rağmen Seyrani yaşama sevincini hiçbir zaman yitirmemiştir. Yoksulluğunu, çektigi acıları, dik kafalı bir ozan oluşuna bağlamak da, pek yanlış olmaz. Seyrani'nin yaşadığı dönemde ülkede de birtakım değişiklikler, yenilikler başlamıştır. Çağdaş okullar açılmaya, yeni mahkemeler kurulmaya başlamış, Ülkeye telgraf gelmiş çesitli yenileşme çabaları gözlenir olmuştur. Bütün bunları Seyrani'nin yakindan izlediğini, halkın üzerindeki etkileri gözlediğini, şiirlerinden çıkarma olanakları vardir. Bu bakımdan Seyrani, kendisinden önceki Ozanlar gibi alışılmış konu sınırlarını aşan, çağdaş olayların, oluşumların içine girmeye çalışan, bunları eleştirel gözle değerlendirmeye yönelen bir ozan olarak özellikle dikkati çekmektedir. Seyrani'nin bu yergici, taşlamacı tavrının yani sıra içtenlikli, duyarlılıklı bir yanı olduğu da görülüyor. Herhalde Seyrani, çağının da tüm halk şiirimizin de üzerinde önemle durulması gereken en güçlü, en ilginç ozanlarından biridir. Güncelliğini yitirmeme başarısını göstererek, diliyle, deyişiyle, konusuyla, ustalığıyla güçlü, saygın bir ozan Seyrani.

Seyrani’nin bazı eserleri Muzaffer Sarısözen ve Dr. Recai Özdil tarafından 17 deyişi derlenmiş ve bestelenmiştir. Bunların en ünlüsü Safiye Ayla, Emel Sayın,Yüksel Uzel gibi ünlüler tarafından icra edilen,

Hüsne mağrur olma ey yüzlü mahim,
Niceler yokuştan inişten geçti,
Sana kar etmedi feryad-i ahım,
Benim ahım Küh-i kesisten geçti gibi.

Kendinden önce gelen halk şairleri arasında özellikle Karacaoğlan’ın etkisi altında kalmış; kendinden sonra gelenleri de geniş ölçüde etkilemiştir.

AŞIK SEYRANİDEN...
























ELLİBEŞTE SENETLERİM YAZDIRDIM
ALTMIŞINDA HER DÜZENİM BOZDURDUM
ALTMIŞBEŞTE KEMİKLERİM EZDİRDİM
BENİ SÜBYANLARA DÖNDÜRDÜN FELEK...

22 Eylül 2006 Cuma

BAD-I SABA

"Ne yanar kimse bana ateşi dilden özge,
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayri"


der Fuzuli bir beyitinde. İnternette eski türküleri download etmek için köşe bucak gezerken gördüm bu beyiti. Nasıl oldu da gözümden kaçtı dedim ilk önce.Duraksadım okuyunca. Derin bir yalnızlık kokuyordu; buram buram... Belki de insanoğlunun dünyadaki derin yalnızlığını dile getirmek istedi Fuzuli. Kimbilir. Gerçekten güzel dile getirmiş ama hüzünlenmedim desem yalan olur şimdi gecenin yarısında. sonra Bad-ı saba terimi aklımı meşgul etmeye başladı. Eskilerde bizim türkülerimizde çok kullanılan bir deyimdir , bilirsiniz. "Bad-ı saba"

Doğudan esen hafif, hoş rüzgar manasında Farsça edat olup divan edebiyatında en sık rastlanan, genelde sevgilinin nefesini tasvir etmek için kullanılan bir esinti imgesidir. Ayrıca türk sanat müziğinde bir makam olarak göze çarpar bu terim. Neşet Ertaş, Şekip Şahadoğru , Gülşen Kutlu gibi nice türkü duayenlerinin türkülerinde yeretmiş bir deyim olması nedeniyle bu kadar ilgimi çekti.


"Bad-ı sabah benden yare haber et
Vahdetine daldı diye söyleyin
Hatırlayıpta o yar beni sorarsa
Can cananda kaldı diye söyleyin
Yare söyleyin...

Bazan rüzgar oldum estim savruldum
Yanardağında kaldımda yoğruldum
Senelerdir ateşiyle kavruldum
Çiçekleri soldu diye söyleyin
Yare söyleyin..."

diye geçer meşhur bir uzun hava türkümüzün sözlerinde bad-ı saba deyişi.Peki neden sabah rüzgarı deyimi hep acıklı türkülerde kendine yer etmiştir. Kısmen oynak türkülerimizde de göze çarpar ama genelde söylediğim şekilde yer bulur kendine. Benim anladığım ise Sevenin sevdasına yarenlik eden şey sabah rüzgarıdır. Seven, canandan ayrı iken nasıl gözüne uyku girer. Uykusuz geçer geceler. Sabah rüzgarına yarenlik eder işte böyle sevda ateşi ile yanan. Ancak sabah rüzgarının serinliği , aşığa bir nebze ilaç olur, sevdasının hasretini dindirir. Uyku tutmaz gözler nasıl yaren olmasın bad-ı sabaya dostlar? Konu ile alakalı bir söz vardı. Henüz aklıma geldi.

"Şeb-i yeldayı muvakkit ve müneccim ne bilir?
Müptelayı gama sorki: Geceler kaç saattir"

Der yine Fuzuli bir beyitinde. Derin bir sözdür. Anlamı ise:
"En uzun geceyi yada gecelerin uzunluğunu müneccim ve bilimadamları ne bilir. Derde müptela olmuşa sor gecelerin ne kadar uzun olduğunu" şeklindedir. Öz ve bir o kadarda derinlemesine bir beyit. Aşka vurursak burdan hareketle; seven sevdiğinden ayrı iken işte o sevdalı gözler bilir gecelerin kaç saat olduğunu. Bad-ı sabanın da ne olduğunu yine o sevdalı gözler bilir. Yarenlik eden o sevdalıya bad-ı sabadır çünkü. Şu an geri planda media playerınızda çalan parça ise Yukarda sözlerini yazdığım Gülşen Kutlu'nun yorumundan "Bad-ı Saba Benden Yare Haber Et" türküsüdür.Türkü dolu dertsiz geceler dileğimle. Bu gün aklıma nedense bir sürü güzel söz geliyor bu konu ile alakalı.

"Dert ağlatır, Aşk söyletir" derler ya işte öyle birşey sanırım bu benimkisi de. Ve son söz olarak bende bu türkünün sözleriyle bitireyim bu gecelik cümlelerimi:
...
...
...
"Bad-ı Saba Benden Yare Haber Et"

İŞTE BEN BÖYLE BİR AKŞAMDA AŞIK OLDUM.

Gün doğmadan deniz,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında
İçinde bir iş yapmanın saadeti
Gideceksin astı kırıkların çalkantısında
Balıklar ,balıklar yoluna çıkacak karşıcı
Sevineceksin

Dağları silkeledikçe deniz gelecek eline, pul pul
Ruhları sustuğu vakit martıların
Kayalıklarda ki mezar taşlarından birden bir kıyamettir kopacak
Deniz kızlarımı dersin
Bayramlar seyranlar mı
Gelin alayları teller duvaklar akasyalar mı?

Hey ne duruyorsun be
At kendini denize
Geride bekleyenin mi var, aldırma
Görmüyor musun her yanda hürriyet
Yelken Ol, Dümen Ol, Balık Ol, Su Ol
Git Gidebildiğin Yere…

ETERNİTY AND A DAY... (II)































Alexander çocuğu gemiye bindirmeden evvel ondan son bir kelime daha öğrenir.
Tıpkı çocuğa anlattığı hikayedeki kelime satın alan şair gibi…

-Vakit geldi değilmi?
-Argadini…
-Ne dedin?
-Argadini
-Argadini?.
-Anlamı çok geç demek
-Çok geç gecenin derinliğinde.

Ve Alexander öğrendiği kelime karşılığında, çocuğa parasını verir.
Çocuk arabadan iner ve gemiye gidecek olan tıra biner. Alexander çocuğun arkasından öylesine bakakalır.Yine yalnızlığı ile baş başa kalmıştır, yalnızlığını birazda olsa dağıtan o çocuğu yolladıktansonra. Arabasına biner ve şehrin yollarına düşer. Bir kırmızı ışıkta bekler durur öylesine,taaki gün ağarana dek orda kalakalır arabasında. Neler düşünmüştür, neler geçmiştir kafasından kimbilir. Sorgulamaya başladığı şeye devam etmiştir, bir gece boyunca o kırmızı ışıkta arabasının içinde düşünerek. Alexander artık bir şeyleri çözümlemeye başlamıştır. Hayatın gizemine son noktayı koymasına bir nebzelik yol kalmıştır belkide.Son defa sahil kenarında karısı ile birlikte mutlu yıllar geçirdikleri evine gider. Karısının yıllar evvel onayazdığı mektup çınlanır kulaklarında Alexanderin:

-Sana deniz kenarından yazıyorum.Sana yazdıkça seninle konuşuyorum. Bugünü hatırladığımda sanki bütün bedenim tek bir gözmüş gibi bakıyor. Bütün bedenim tek bir elmiş gibi hissediyor.Burda durmuş titreyerek seni bekliyorum. Bugün benim olsun.

Evin balkonundan sahile doğru bakar Alexander. Yıllar önceki o güzel gün hafızasında çok canlı bir şekilde gözünün önüne gelir. Sanki bir kez daha yaşar o günü. Bir kez daha… Karısı ona seslenmektedir. “Alexander Alexander” Sahile giden yolda karısı ona doğru yürümektedir. Alexander de karısına doğru ilerlemeye başlar.

-Anna-Dans edelimmi? Sevmediğini biliyorum. Ama bugün benim günüm.

Anna ve Alexander dans etmeye başlarlar sahile giden yolun ortasında. Dostları, arkadaşları etrafında toplanırlar.Onlarda başlarlar dans etmeye. Bir rüyanın yeni baştan izlenmesi gibidir her şey. Her şey mükemmel güzellikte yaşanabilirliği iledir sanki Alexander için.

-Anna yarın hastaneye gitmeyeceğim. Gitmeyeceğim Anna.Gitmeyeceğim…Yarın için bir plan yapalım. O yabancı bana hep aynı müzikle cevap verecek. Ve bana sözcük satacak biri her zaman olacak. Yarın . Yarın ne kadar Anna. Bir seferinde yarın ne kadar sürer diye sormuştum.Sende demiştinki:
-Sonsuzluk ve birgün kadar.
-Seni duyamadım ne dedin?
-Sonsuzluk ve bir gün kadar…
-Anna. Anna….Bu gece bende öbür tarafa geçiyorum. Sana geri getirdiğim sözcükle birlikte geleceğim Anna.Geleceğim. Geleceğim…Her şey gerçek. Ve her şey bekliyor. Gerçek için.Benim küçük çiçeğim. Yaban. Benim küçük çiçeğim. Gerçek için….Gerçek için…
Gerçek…

Ve Alexander deniz kıyısına doğru yürürken dudaklarının arasından işte bu kelimeler dökülmektedir. Dalgaların savurduğu denizde ufka doğru bakar Alexander. Ve son defa Annanın sesi duyulur:

-Alexander Alexander… Alexander….

ETERNİTY AND A DAY...




































Orginal ismiyle: Mia aioniotita kai mia mera...

"Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna ,hatırladın mı?"

Film ,çok kısa bir ömrü kaldığını öğrenerek sahil kenarındaki evini terketmeye hazırlanan ödüllü yazar Alexander'ın , karısını, annesini ve eski günleri hatırladığı geri dönüşlerle geçirdiği evindeki son gününü anlatır. Eşyalarını toparlarken, uzun zaman önce ölen karısı Anna'nın yazdığı ve 30 yıl önceki mutlu bir yaz gününden söz ettiği bir mektup bulan Alexander geçmişi ile şimdiki zaman arasında mistik bir yolculuğa başlar.O gün Alaexander tesadüfen, Arnavutluk’tan kaçak gelmiş 10 yaşlarında bir sokak çocuğu ile karşılaşır; onunla birlikte geçirir bu son günü. Çocuk Yunanca bilmediğinden, bölük pörçük bir dille birbirlerinin acılarını paylaşırlar.

Alexander çocuğa, İtalya’da doğan bir Yunanlı şairin hikayesini anlatır . Şair Osmanlı-Yunan savaşının sürdüğü yıllarda annesini rüyasında görür, annesi onu adasına geri çağırmaktadır.Bu çağrı üzerine adasına geri dönen şair burada yoksulluk açlık ve felaketle karşılaşır. Şair Yunanlı olmasına rağmen ,İtalya’da doğup büyüdüğü için tek kelime yunanca bilmemektedir.Kendi adasında, kendi insanlarının arasında olmasına rağmen , onların dilini bilmediğinden konuşmalarını anlamamakta ve konuşamamaktadır. Bir taraftan savaş sürmektedir. Herkes, herkes özgürlük için elindekiyle avucundakiyle direnmektedir.

”Bir şair” der Alexander....”ne yapabilir ki? “Özgürlük şiiri yazmak gelir aklına...içi kavrulur.” bu şiiri yazmalıyım; benim de katkım bu olmalı.” diyen şair bilmediği bir dilde şiir yazmak için kelime satın almaya başlar. Kısa bir süre içinde adada, garip bir şairin kelimelere para verdiği yayılır, herkes gelip bir kelime satar şaire. Alexander’ın çocuğa anlattığı hikaye bu şekildedir.

Eleni Karaindrou’nun harika müzikleri eşliğinde görsel bir şölene dönüşen filmin (An Eternity and a Day – sonsuzluk ve bir gün ) finalinde, son geri dönüş sahnesinde ,Alexander çoktan ölmüş karısıyla konuşur.. Bir deniz kıyısında, yağmur altında dans ederler. Alexander hastaneye yatıp yatmamak arasında bir ikilem geçirmektedir o son gününde: tedavi olmak veya olmamak. o sahile geldiğinde, karısını görür görmez kararını verir; “yatmayacağım Anna” der, “yanına geliyorum... bir gün , Anna..” der.... “ bir gün ne kadar sürer? Yo..yo.. hayır....yarın.....yarın ne kadar sürer?” O müthiş diyalog aynen şu şekilde cereyan eder :

-Yarın ne kadar sürer diye bir soru sormuştum Anna ,hatırladın mı?

-Sonsuzluk ve bir gün kadar.

-Duyamadım?

-Sonsuzluk ve bir gün kadar..

Alexander “hayatı sorgulamaktan “ kendi hayatını yaşayamamıştır. Son saatlerinde yarın hiç olmayacakmış gibi “ bugünü “yaşamaya karar verir ama gece bitip gün doğduğunda , bunun için değil bir gün ,sonsuzluğun bile yetmeyeceğini anlar.Bu an mı? Yoksa bugün mü? Yoksa yarın mı?......Bunların hangisini yaşayamalıyız diye düşünmenin,hangisini yaşıyorsak bir diğerini yaşamanın doğru olup olmadığına kafa yormanın ne anlamı var?Yaşamamız gereken tek şey “hayat” tır..Nerede,nasıl yaşamaya ihtiyacımız varsa,kendimizi nasıl mutlu hissediyorsak,insan gibi hissediyorsak,tüm duygularımızla yaşamamız gereken hayat...Bizden geriye sadece acısı tatlısıyla hatıralarımız kalacak. Yarının kaygısıyla , geçmişin verdiği acı ile bugünü de zehir edersek kendimize bizden daha zararda olan bir insan yoktur yeryüzünde. Eternity and a day ile birbirine çok benzettiğim bir diğer eser varsa o da mutlaka "Gün uzar yüzyıl olur" isimli romandır. Cengiz Aytmatovun bu romanı hakkında daha önce blogun bir köşesine birşeyler karalamışımdır. Sonsuzluk ve birgün ; yada Gün uzar yüzyıl olur.... Aslında öz olarak aynı şeyin farklı şekilde dile getirilmesi gibi geliyor bana. Zaman hani izafi bir kavramdır derler ya. Ona misillemedir aslında bu iki eser. Zamanın izafiliğini ve yer yer alçaklığını , tüm çıplaklığı ile ortaya koyabilmiş nadir ve bir o kadar da harikulade iki eser. Hiç düşündünüzmü peki siz? Bir gün aslında kaç saattir yada gün neden uzayıp yüzyıl olur? Hiç bu ikisini yaşadığınız bir zaman dilimi oldumu bugüne kadarki yaşadığınız hayatın içerisinde? Gün neden uzayıp yüzyıl olur yada Sizce yarın ne kadar sürer?

Son olarak bu mükemmel filmin en mükemmel kısmı olan Eleni Karaindrou imzasını taşıyan soundtracklerinin download linkine geldi sıra. Zevkle dinleyeceğinizi umuyorum. Hatta iddia ediyorumki tiryakisi olacaksınız.

http://www.hemenpaylas.com/download/482244/Eleni_Karaindrou.rar.html

SEVDA KUŞUN KANADINDA...

Dağ başında rastladım
Ak sakallı birisine
Bin yıllık bir halıya bin yıldan beri
Bağdaş kurmus bir çınar gibi

Sordum ona aşk ne ustam
Hayatın sırrı ne
Tepeden tırnağa aşığım ben
Koskoca bir hayat var önümde

Sevda, kuşun kanadında
Ürkütürsen tutamazsın
Ökse ile sapanla
Vurursunda saramazsın

Hayat sırrının suyunu
Çeşmelerden bulamazsın
Ansızın bir deli çaydan
İçersinde kanamazsın

**********************

Hakikaten sevda kuşun kanadındaymış. Eskiden beridir severek dinlerim Cem Karaca ustanın bu güzel ve yıllara malolmuş parçasını. Şimdi yaşadıklarımla birleştiriyorum da bu şarkının sözlerini. Sevda, ne kadar ulaşılmaz ve bulunmazmış. Bunu anlıyorum zaman daha da ilerledikçe.Yaş ilerledikçe demek doğru olur sanırım. Yaşadıklarımla yüzleşiyorum bir bir.Dualarıma bakıyorum geçmişteki. Sadece sevdayı, AŞKı istemiştim hayattan. Bir türlü de karşıma çıkmak bilmemişti. Hep beklemiştim. Sabırla beklenen sevgili; seni beklemiştim hep. Rüyalarımda görüyordum seni. Yüzünü seçemiyordum açık seçik. Ama net olarak biliyordum. Birgün gelecektin kuracaktın tahtını gönül yurduma. Emindim. Dualarım hep seninleydi, hep sana dairdi. Biliyordum bir gün çıkaracaktı kader seni karşıma. Beklenen güne doğru hayatımın geri sayımını yapıyordum sanki kaderimle bir olup. Sensiz geçen günleri yaşamamış sayıyordum. Çünkü AŞK ile hayat bulmuştu benim bedenim. Ezelde ruhumun mayasına AŞK katılmıştı. AŞKsız geçen günlerim(sensiz geçen günlerim)bu nedenle bir yaşanmamışlık taşıyordu. Bir yanım hep eksikti. Yaşadığım her günde eksikliğin fazlası ile var ediyordu kendini. Senden önce suskundum ey sevgili. Sen olmayınca ,AŞK olmayınca neden konuşmam gerekirdiki! Senden önce suratım hep asıktı ey sevgili. Hayatımdaki eksikliğinden kaynaklı bir surat asıklığıydı bu. Şimdi herkes yüzümün güldüğünü söylüyor, artık ne kadar hoş sohbet olduğumdan dem vuruyorlar. Hayata bakışımın değiştiğini söylüyorlar. Bilmiyorlarki senin ; hayatımın asıl öz kısmını oluşturduğunu. Bilmiyorlarki bunca zamandır eksik olan yanımın sen olduğunu. Bilmedikleri çok şey var daha. Sen olmayınca aslında bir hiç olduğumu... Elmas da karbondan oluşur kömürde. Sen olmadan belki kömür bile değildim ey sevgili. Sendin bu yüreği bu elmas değerine ulaştıran.Sensin bu ateşi bu yürekte varederek AŞKa harman olan. Güzellikler sendedir ey sevgili. Bense sadece sendeki bu güzelliği yansıtmaya çalışan nacizane bir aynayımdır o kadar. Cem karacanın şarkısındakinin tam tersini yaşıyorum seninle. Sevda kuşun kanadında. Ben o kuşun kanadındaki sevdaya sarıldım seninle birlikte. Zor olanı buldum. Önceden Allah'a olan dualarımda hep AŞKı isterdim. Dualarım vardı hep buna dair. Artık Allah'a karşı dualarımla birlikte şükürlerimde var. Sevdayı bana , beni sevdaya esir ettiği için. Söyleyemediğim son sözün olduğu noktaya geldim sanırım yine ey sevgili. Hani meşhur bir söz vardır ya aynen öyle birşeydir işte şu anki hissettiklerim. Sen söyleyemediğim en son cümlede saklısın ey sevgili. Gözlerim anlatsın söyleyemediklerimi sana. Biliyorum kelimeler bir noktada çaresiz ,kelimeler bir noktada suskun kalacak hep. Sana olan AŞKımı ,sana en güzel gözlerim anlatacak ey sevgili...

PİŞMANLIKLAR-II

Nedendir bilinmez ara ara pişmanlıklarım gelir aklıma. Sevdiğim insanlara, değer verdiğim kişilere karşı yaptığım hatalar; onları üzdüğüm anlar gelir gözümün önüne. Bilirim; pişmanlıkların kimi zaman telafisi olsa da karşıdaki kişide derin bir iz bırakır bir nebze de olsa. Çünkü bilmeden de olsa yaralamışımdır o sevdiğim kişiyi.İnsan keşke diyor bazen hatalarımı geri alabilseydim diyor. Alınamıyor ama maalesef. Düzeltebilsende bir iz , minik bir leke kalıyor geride. İşte beni üzen işin bu yönüdür. Kendimle başbaşa kalınca pişmanlıklarım geliyor bağdaş kuruyor yanımda. İzliyorum yeni baştan pişmanlıklarımı. Önce inceden içim acımaya başlıyor. Sonra o ince sızı derinden derine bir acıya dönüşüyor. Çektiğim acı biliyorumki pişmanlıklarıma karşılık gelmiyor. Yeniden bandı başa sarıyorum. Tekrar tekrar izliyorum pişmanlıklarımı. Gözlerim doluyor bu sefer. Bir yumruk düğümleniyor boğazımın orta yerinde. Sanki yutkunsam dökülecek pişmanlıklarım bir çırpıda yüreğimden gibime geliyor. Yutkunamıyorum.Bir acı çöküyor yüreğimin en derin yerine. Gözlerim doluyor. Ağlamak istemiyorum. Ağlarsam biliyorum rahatlayacağım belkide bir nebze. Ama ağlamak istemiyorum. Erkekler ağlamaz klasiğinden dolayı değil, ağlarsam kendimi rahatlatmış olacağım . O nedenle ağlamak istemiyorum. Ama mani olamıyorum gözyaşlarıma. Süzülüyor yanaklarımdan aşağıya doğru, dizgin vurulamayan vahşi atlar misali. Pişmanlıklarım gülüyor sanki o an bana.Umrumda bile olmuyor. Pişmanlıklarım sözü alıyor bu sefer."Akıllı davransaydın biraz kendine hakim olabilseydin biz şu an burda olmazdık" diyorlar bana. Sonuna kadar da haklılarda aslında. Susuyorum, o nedenle birşey diyemiyorum. Ama pişmanlıklarım bana yine en güzel dersi veriyor. "Sen yaptığın için biz burdayız diyorlar. Sayımızın artmaması için sana geldik. Herşey yine senin elinde" diyorlar. Pişmanlıklarımdan ders aldığımı hissediyorum. Ve artık onlarla vedalaşıyorum. Siz benim en büyük dostumsunuz aslında. Bana hayattaki en büyük dersi siz verdiniz pişmanlıklarım diyorum. Sırayla vedalaşıp kapıdan yolluyorum. Bu son vedadır pişmanlıklarım. Artık ne siz beni göreceksiniz ne de ben sizi. Pişmanlıklarımı yolcu ettikten sonra üzdüğüm insanlar , sevdiklerim geliyor aklıma sırayla. Hatalarımı yaşıyorum o anlarda yeniden. Ve hatalarımda; o yaşadığım zamanlarda göremediğim şeyleri çekip çıkartıyorum bir kenara. Ders alıyorum hatalarımdan. Biliyorum zamanı geriye döndürmek imkansız. Ama hatalarımı tekrar ettirmemek yine benim elimde olan bir olgudur. Hatalarım olmazsa biliyorumki pişmanlıklarımda gelmeyecekler kapıma. Yanıbaşımda durmayacaklar sürekli. Ve sevdiğim insanlara sesleniyorum içimden. Ey sevdiklerim diyorum. Sizler belki hiç farketmeyeceksiniz ama ben artık sizleri üzecek bana pişmanlık olarak dönecek şeyler yapmayacağım. Çünkü ben artık yarım saat önceki ben değilim. Biraz daha büyüdüm, biraz daha olgunlaştım. Dersler aldım hayatımdan . Kendim okudum , kendim öğrendim ve yine kendim mezun oldum hayat okulundan. Ve mezun olduğum okuldan öğrendiğim çok büyük bir ders var. Yaşadıklarımdan ders alacağım her zaman. Sevdiğim insanlar; sizler yüreğimde çok özelsiniz. Artık o özel yere pişmanlıklar sokmayacağım... Çünkü pişmanlıklar doğmadan ölecekler artık. Sizleri seviyorum. Daha neler demek istiyorum ama kelimelere sığamıyor. Son yazacağım çünküden sonra üç nokta koyayım diyemediklerime tercüman olsun isterim. Çünkü...

BİR AŞK HİKAYESİ

Sahne 1:

1902 dogumlu Selahattin Pınar, Ticaret Mektebi`ni bırakıp müzige başladı. Oysa babası eski Denizli milletvekili Sadık Bey, onun hukukçu olmasını istiyordu. Bir gün Denizli`den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey`e oglunu sordular; Selahattin de sofradaydı. Sadık Bey o yokmuş gibi -Selahattin çalgıcı oldu- dedi. Selahattin ayaga fırladı ve -Babacıgım, rica ederim, ben çalgıcı degil, sanatkârım- diye diklendi. Sadık Bey, pek sevimsiz bir küfürle yanıtladı bu çıkışı... Bunun üzerine Selahattin Pınar, ceketini alıp sofrayı terk etti. Kapıdan çıkarken döndü ve şöyle dedi: -Babacıgım, bir gün gelecek, benim adımla anılacaksınız.- Sadık Bey, yanı başında bulunan gaz lambasını ogluna dogru fırlattı. Çıkan yangını güç bela söndürdüler. Selahattin kapıyı çarpıp çıkmıştı bile... Asla baba evine dönmeyecekti.


Sahne 2:

1902 dogumlu Afife Jale, İstanbul Kız Sanayi Mektebi`nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı. Oysa Müslüman kadınlara sahneye çıkmak yasaktı. Buna ragmen 16 yaşında talebe olarak Darülbedai`ye başvurdu ve kabul edildi. Babası Hidayet Bey, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için çok ugraştı. Başaramayınca sertleşti. Ona -Fahişe- dedigi bir gün -Benim Afife diye bir kızım yok- diye gürledi. Zaten Afife artık sahnede, -Jale- adını kullanıyordu. Sanatı için baba evini terk etti.


Sahne 3:

Hicaz makamındaki o Selahattin Pınar bestesindeki gibi, -Bir bahar akşamı-, rastlaştılar. İstanbul Kuşdili çayırında... Hafız Burhan konserinde... Selahattin Pınar, üstadın arkasında tambur çalıyordu. Nicedir saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarından biriydi. Afife Jale ise Darülbedai`de sahneye çıkarak -Tiyatrodaki ilk Müslüman kadın oyuncu- olarak tarihe geçmiş, ancak tiyatro zaptiye tarafından basılınca kapı önüne konulmuştu. İşsiz, sahnesiz ve kimsesizdi. Acısını yatıştırıcı haplarla dindirmeye çalışıyordu. İkisi de 25 yaşındaydı. Belki de güftedeki gibi -İçimde uyanan eski bir arzu/ dedi ki yıllardır aradıgım bu/ şimdi soruyorum büküp boynumu/ Ah, daha önceleri neredeydiniz- dediler. Ve evlenmeye karar verdiler.


Sahne 4:

Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları her şeyi birlikte yapmaya çalıştılar.Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar yetiştirip yarıştırdılar. -Bir çocuk resmi- kıvamında şiirler yazdılar. Pınar çaldı; Afife dinledi. Ancak güzel günler uzun sürmedi. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşlugunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştı. Selahattin Pınar, bir gün eşinin ögle uykusu için çekildigi odasının anahtar deliginden içeri baktıgında, damarına morfin şırınga ettigini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla ilişkiye girmişti Afife... Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duyuyordu..Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler yapar olmuştu.


Sahne 5:

Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için... Olmadı! Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzagına düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife, -Terk et beni- diye yalvardı ona... -Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim- dedi. Pınar, 6 ay sonra Afife Jale`yi terk etti. Şimdi ikisi için de en kötü yıllar başlıyordu. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karnını doyururken ayrıldıgı eşinin kendisinin ardından yazdıgı şarkıları taş plaktan dinleyip agladı. Ayrılık acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise hiç birlikte yatmayacagı bu kadından kısa sürede ayrıldı.


Son Sahne:

Afife Jale, kimsesizliginin, terk edilmişliginin, yoksullugunun son duragı Balıklı Rum Hastanesi`nde, bir deri bir kemik veda etti hayata... Ölümü, gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de mektupları ve fotograflarıyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu. Selahattin Pınar, Afife`nin ölümünün ardından paraladı kendini... Nice ölümsüz, hicran dolu besteye imza attı. Son katıldıgı radyo programında -Hatıralar- şarkısını seslendirdi: -Beni de alın koynunuza hatıralar/ dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar- Bir süre sonra müdavimi oldugu Todori meyhanesine gitti; doktorların yasak ettigi ne varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı döşetti. Rakısını yudumlarken son nefesini verdi. -Her yıl ölüm yıldönümümde mezarıma bir büyük rakı dökün- diye vasiyet etti. Son yolculuguna mezarlıkta kendi bestesi çalınarak ugurlandı:

-Söndü yadımda akisler gibi aşkın seheri...-

HATIRALAR

beni de alin ne olur koynunuza hatiralar
dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar
yeriniz ne, yurdunuz ne, benden böyle korkunuz ne
duyuyorum korkunuzu bazen derin bir kuyudan
dinliyorum uzakları kalkıp derin bir uykudan
beni de alın ne olur kolunuza hatıralar
ah, bu ömür tükenecek yolunuza hatıralar...


Baki Süha Eyüboğlu'na ait bir güzel şiir. Bestesi Rahmetli üstad Selahattin Pınar'da hayat bulmuş bir efsane sanat müziği klasiğidir. Asıl önem arzeden kısmı ise Selahattin Pınarın hayatının son kısmını anlatan yaralayıcı bir şarkı olmasıdır. Hayat garip vesselam. Tüm yaşanmışlıkları ve yaşanacakları ile...

SENİ ÖZLEMEK, SENİ...

Hasret
Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından.


Seni özlemek seni!... Ne zor şeydir, bir yandan da ne güzel şeydir seni özlemek. Düşünki bir mağaradır hayat. Derinine doğru ilerlersin. Tamam artık dibini buldum dersin. Sonra ilerledikçe bir ışık hüzmesi çarpar gözbebeklerine apansızın. Tamam artık bu sefer buldum derken. Birde bakarsınki yarısında bile değilsindir beklediklerinin. El uzatıp tutacak kadar yakınında sanırken aslında yüzyıllık yollar serpilmiştir belki kimbilebilirki. Hayattır bu, indikçe derinleşen bir büyük mağara misali.... Özlemlerin birgün bitecek sanırsın, bir gün diner sanırsın gözyaşların. Ancak yolun ilerisini kestirebildiğin zaman anlarsın herşeyin daha kıyısında olduğunu. Hayattır bu, kim anlayabilmişki sen yada ben anlayabilelim. Gariptir , bir o kadar da acımasız. Kim bilir yarın ne olur? , ne getirir yada ne götürür? Bir muammadır belkide hayat. Her içine girenin çözmekle uğraştığı ama çözemeden içinden çıkıp gittiği koskoca bir muamma... Anlayabilmek ne mümkünki anlatabilmek mümkün olsun! Yarın nerelere sürükler kimbilir....

AŞKIN -DE,-DAHİ HALLERİ

Bugünkü dersimizin konusu aşkın değişik halleri…
Katı, sıvı ve gaz olan fiziksel hallerini bir sonraki dersimize bırakıp aşkın edebi yönünü oluşturan –de , -den ve –dahi hallerini inceleyelim hep birlikte.
Sevmek yürek ister değilmi? Tabi diyeceksiniz. “Yürek olmadan duygular olmadan nasıl sevebilirizki “ cevabınıza doğal olarak hazırlıklıyım. Sevmek yürek ister derken kastım ise o yürek değildi. Sevmek gerçekten yürek ister. Delikanlıca sevmek esasen bu noktada kastımdır.İşte sevmenin yürek isteyen kısmıdır bu –de , -dahi hallerinden söz edecegimiz kısım. Onu seviyorum çünkülerle devam eden cümlelerin açılımını bir başka gün yazmıştım sanıyorum. “–de olsa da onu seviyorum” cümlelerinin açılımı ile meşgul olacağız bu akşamki kısımda. “-dahi olsada seviyorum” ve “-de olsada seviyorum” kilit noktalarımız işte tam buradadır. Konuya örneklerle açıklamalı girmek lazım şimdi.

“O beni sevmese -de ben onu seviyorum”
“Beni aldatsa –da,-dahi onu seviyorum”
“Beni terketse –de,-dahi onu seviyorum”
“Hiç yanımda olmasa –da,-dahi onu seviyorum”
“Beni ateşlere atsa –da,-dahi onu seviyorum”
“Benden tiksinse –de,-dahi onu seviyorum”
“Bir başkasına gitse –de,-dahi onu seviyorum”
“İdam fermanımı yazsa –da,-dahi onu seviyorum”

bu cümleleri çeşitli hallere göre şekillendirebiliriz. Hatta durum öyleki bu cümleleri en kötü durumları açıklayan bir hale bile getirebiliriz. En bilinen yönleri ile örneklemeye çalıştım AŞKın –de halini. Aşkın acı ve bir o kadar da derin olan hallerini simgeler bu minicik –de, -dahi ek kelimecikleri . İnce bir noktadan aşka bakışınızın reel yansımasıdır –de haliyle sevginizi şekillendirmeniz. –de hali olmadan sevmek kolaydır. Bu durumda hala “çünkü” sevgisinde takılı kalmışsınız demektir.

“Onu seviyorum çünkü kaşları çok güzel”
“Onu seviyorum çünkü çok güzel gülüyor”
“Onu seviyorum çünkü çok iyi davranıyor”
“Onu seviyorum çünkü melek gibi”
“Onu seviyorum çünkü çünkü…”

Şartlara baglanan sevginin değişik örneksel yansımalarıdır işte. En ufak fırtınada yıkılacak sevgi desek yanlış olmaz belki de. Yada şartlar değişince , farklılaşınca yokolacak bir sevginin izsürümleridir bu cümleler. Minik cümlelerdir. Duyarsanız kulağa hoş gelir bu cümleler. Ama az irdeleyince işte altından bunlar çıkar. Her sevgi dediginiz şey gerçek olsa idi dünyada ne savaşlar ne ayrılıklar olurdu degilmi ama? Çünkü ile sevmeyi bırakın , yanılmanız an meseledir. Sevebiliyorsanız –de, -dahi hallerinde sevmenizi öneririm. Yada halihazırda varolan yüreğinizdeki sevgiyi –de,-dahi hallerine dönüştürmeye çalışmanız tavsiyemdir. Asla yıkılmayacak bir sevdanız olacak desem yanlış olmaz bu noktada. Temeli nasıl atarsanız bina ona göre yükselir vesselam..

PİR SULTAN ABDAL'DAN

Seyyah olup şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkarımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
İki elim kalkmaz oldu dizimden
Bilmem amelimden bilmem özümden
Akıttım kanlı yaş iki gözümden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Yine boralandı dağların başı
Akıttım gözümden kan ile yaşı
Emaneti alır ol veren kişi
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bozuk şu cihanın pergeri bozuk
Yazıktır şu geçen ömüre yazık
Tükendi daneler kalmadı azık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
PİR SULTAN'ım eydur ummana dalam
Gidenler gelmedi bir haber alam
Abdal oldum çullar geydim bir zaman
Bir dost bulamadım gün akşam oldu...



Erenlerin lisanından konuşmak gerek bazen. Bin düşünüp bir konuşmak gerek. Ne demişlerse doğru demişler. Eskiler başkaymış başka. Bozulan devir değilde insanlar sanırsam. Zaman ilerliyor, teknoloji gelişiyor, her konuda mükemmeli yaşıyoruz belkide inanoğlu olarak. Ama bunun yanında kaybettiklerimizin farkına çok geç varıyoruz. Dostluk, sevgi , vefa vb gibi duygularımızı rafa kaldıralı uzun zaman oldu. Teknolojide mi suç bizdemi diye sorsak ? Sormamız lazım en azından. Hatanın nerde olduğunu bulmak lazım, düzeltebilmek adına. Biz böyle değildik , neden böyle olduk demek lazım. Hayat çok garip. Eskilerin dilinden bakınca daha da bir garip geliyor.

20 Eylül 2006 Çarşamba

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana...

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana...
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

GİDERSEN YIKILIR BU KENT

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken

Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz doslar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde...
....................................
....................................


Ahmet Telli'den bir güzel şiirdi.Duygunun derinliklerinde bir güzel şiir. Yaşamışlık kokan buram buram; bir şiir. İnsan hissederek okursa daha bir can acıtır ya öyledir işte birazda durumlar. Biraz daha can yakar. Acımasız akşamlarda hüzünler çöreklenmişken başıma , birde şiirlerle hüzünler kapıma dayanırsa alacaklı gibi derdin içinde ezilen kendimden başka ne verebilirimki onlara? Verecek bir canım vardır , birde başıboş hüzünlerim... Geride kalan minik mutluluklarım bana kalsın , dokunmayın onlara. Hüznün soğuğunda onlara bakıp bakıp ısıtırım içimi . Canım yanar, acısa da ağlamam artık. Ağlamak canımı yaktığından değildir nedeni. Ağlamak acizleştirdiğinden de değildir. Ağlamak; acımasına neden olur dışarıdan beni görenlerin. Oysaki ben bu acizlikle acınmaya bile layık değilim, olmamalıyım. Hüzünlerimle bitkin sevişmelerim sürerken başımı kaldırıp etrafıma baktığımda nedense gözüme hep mutlu insanlar ilişir. Mutsuz olma olgusu bana özgün bir durummudur diye düşünürken birde ne göreyim. Ben gibi mutsuz bir çok insan vardır. Ama sanmam ki ben kadar acizi varolsun!
Bu yukarıdaki güzel şiire Yunanlı Ünlü besteci Vassilis Saleasın meşhur "Weeping Eyes" parçasını katın edin dostlar. Emin olunki katıksız gitmek bu kadar hüzün. Derdin yanına Yeni Rakının güzel gitmesi gibi bu gibi şiirlere de böyle eserler güzel gider. Madem kendi hüznümüzde boğulmak vardır kaderde. O zaman bırakın hüzünlerimizi iyice derinleştirelim. Boğulacaksan büyük denizde boğulmak tabiri gibi yani. Belki sonunda kahramanlık yoktur ama bir siz bilirsiniz bir de Allah ; neler çektiğinizi....


WEEPING EYES

19 Eylül 2006 Salı

HASRET

Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,
belini sarmayalı,
gözünün içinde durmayalı,
aklının aydınlığına sorular sormayalı,
dokunmayalı sıcaklığına karnının.

Yüz yıldır bekliyor beni
bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
Aynı daldan düşüp ayrıldık.
Aramızda yüz yıllık zaman,
yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından...

17 Eylül 2006 Pazar

ŞAKACIKTAN YAŞAMAK

Uzun zamandır Tv izlemiyorum. Daha doğru söylemek gerekirse ne haber dinliyorum, ne de memlekette ne olup bittiği hakkında bir bilgim var. Tvnin karşısına geçiyorum. Güzel bir film yada program bakınıyorum. Bulursam ne ala. Bulamazsam alıyorum gazetemi elime. Burçlar kısmından başlıyorum okumaya. Sanki çok mühim bir memleket meselesini okur gibi didik didik ediyorum o kısımları. Tamam burçlarla kısmende olsa ilgilenirim.ancak bu derece komik bir ilgi neden diyeceksiniz şimdi. Anlatacağım. Sonrasında ise nerde bir televolelik bir haber var onu okumaya geçiyorum. Asla gazetenin birinci sayfasına bakmak istemiyorum. Yada can acıtan, can sıkan haberleri direkt pas geçiyorum. Nedenmi böyle yapıyorum ?
Hayatı realist açıdan görmeye başlayınca insan duyarsız kalamıyor birşeylere. Belkide bu yüzdendir. Normal şartlarda olsa; bakıyorum mesela ilk sayfa flash habere. Adamın birisinin genç bir kıza tecavüz haberi, bir trafik kazası, siyasetten yediğimiz memleket kazıkları, daha da genişletmek gerekirse savaşlar, kan , gözyaşı, zulüm işte size flash haberlerden kısa bir özet. Şimdi neden bakayımki bu haberlere de zaten doğru düzgün stabil seyretmeyen moral durumum bozulsun ? Bir adam bir çocuğa tecavüz ediyor ve 2 sene hapisle kurtuluyorsa nasıl insanın öfkesi tavan yapmasın? Zalimin birisi mazlumu eziyor ve dünya alem buna seyirci kalıyor, gelde kudurma denilen bir haber daha değilmidir bu durum? Bir şerefsiz bomba yerleştiriyor ve sayısız masum insanın canına kıyılıyor. Savaşlarla , kan - gözyaşı ile dünyanın her yerinde canlar yanıyor yok yere. Bunun içinmi haber izleyim? Bunun içinmi gündemi takip edeyim ? Bunları izledikten yada dinledikten sonra "vah vah " çekip sessizce yerime geçip oturmak içinmi gündemi takip etmeli insan? Bunlar içinmi izlemeli gündemi ? İzledikten sonra sistemin sessiz bir ferdi olarak köşemize çekilmek içinmi ? Şayet bunun içinse artık uzunca bir süre izlemeyeceğim. Belki şahsi , minik bir tepki olacak. Belki uzun ömürlü olmayacak. Ama ben yine tepkisiz kalmamış olacağım kendimce. Hayat gariptir dostlar, belki sizin anlayacağınız ama benim anlayamayacağım kadar çok garip.Saygıyla. İyi geceler dünya ve Türkiye....

HELLO

I've been alone with you Inside my mind
(Düşüncemde yalnız sen varsın)

And in my dreams I've kissed your lipsA thousand times
(Ve düşlerimde dudaklarını binlerce kez öptüm)

I sometimes see you passing outside my door
(Bazen seni kapımın önünden gecerken görüyorum)

Hello!
(Merhaba)

Is it me you're looking for?
(Aradığın ben miyim?)

I can see it in your eyes
(Bunu gözlerinde görebiliyorum)

I can see it in your smile
(Bunu gülüşünde görebiliyorum)

You're all I've ever wanted
(Sen benim ömrümce tek istediğimsin)

And my arms are open wide
(Ve kollarımı sana açıyorum)

Because you know just what to say
(Çünkü sen ne demen gerektiğini biliyorsun)

And you know just what to do
(Ve sen ne demen gerektiğini biliyorsun)

And I want to tell you so muchI love you
(Ve sana defalarca seni seviyorum demek istiyorum)

I long to see the sunlight in your hair
(Saçlarında gün ışığını görmeyi çok istiyorum)

And tell you time and time againHow much I care
(Ve seni ne kadar önemsediğimi defalarca söylemek istiyorum)

Sometimes I feel my heart will overflow
(Bazen kalbim yerinden fırlayacakmış gibi hissediyorum)

Hello!
(Merhaba)

I've just got to let you know
(Sana söylemem gerek)

Because I wonder where you are
(Nerede olduğunu merak ediyorum)

And I wonder what you do
(Ve ne yaptığını)

Are you somewhere feeling lonely?
(Bir yerlerde kendini yalnız mı hissediyorsun)

Or is someone loving you?
(Ya da birileri seni seviyor mu?)

Tell me how to win your heart
(Bana kalbini nasıl kazanacağımı anlat)

For I haven't got a clue
(Çünkü hiçbir fikrim yok)

But let start by saying I love you
(Fakat seni sevdiğimi söyleyerek başlamama izin ver)

I LOVE YOU
I LOVE YOU
I LOVE YOU

VAROLMAK

Ancak fikirdir varlığın,
Gerisi et ve kemiktir bir yığın...



Mevlana'nın deyişleri ne derindir ve bir o kadar da öz. Fikir adamı olmak, gönül insanı olmak bu olsa gerektir. Allah onlardan razı olsun.

BENİM ADIM AŞK...

Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğine Toroslar`dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eyledim taç ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim`i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı için kül eyledim Kerem`i.
İbrahim`in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin`di.
Hat`rım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana`yı döndürdüm.
Yunus`umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla`danım, hayır benim, şer benim...

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim

BENİM ADIM AŞK!

DEMEDİMMİ?

Oraya gitme demedim mi sana,
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?

Bir gün kızsan bana,
Alsan başını,
Yüz bin yıllık yere gitsen,
Dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma,
Demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
Onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
Senin duru denizin ben'im demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
Senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
Demedim mi soğuturlar seni.
Oysa senin ateşin ben'im,
Sıcaklığın ben'im demedim mi?

Türlü şeyler derler sana demedim mi?
Kötü huylar edinirsin demedim mi?
Ölmezlik kaynağını kaybedersin demedim mi?
Yani beni kaybedersin demedim mi?

Söyle, bunları sana hep demedim mi?

Mevlana Celaleddin Rumi


Erenlerin lisanı bir başkadır, bambaşka. Mevlana'dan dinlemeye , okumaya, anlam çıkarmaya doyamadığım bir şiirdi. Yüzyıllara meydan okumuş, derinliğine vakıf olunacak bir şiirdir. Söyleyen , yazan , okuyan , dinleyen yürekler saolsun ve de varolsun.

AŞKIN ALDI BENDEN BENİ

Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü, bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum bana seni gerek seni
*** ***
Aşkın aşıklar öldürür,Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur,bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem,Mecnun olup yola düşem
Sensin dün ü gün endişem, Bana seni gerek seni
*** ***
Sufilere sohbet gerek, Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek, bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler, külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağırır, bana seni gerek seni
*** ***
Cennet dedikleri ne ki, bir kaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları, bana seni gerek seni
Yunus-durur benim adım, gün geçtikce artar ödüm
İki cihanda maksudum, bana seni gerek seni....


Herkes Yunus olabilir ama Emre olmak başkadır başka...

GİTME

Dur Gitme
Beni böyle öldürme
Sus dinle
Şehir çok sessiz bu gece

Sonunda anladım
Sensiz çok yalnızım
Hatalıyım
Ben sana aşığım

Gitme
Beni öldürme
Ruhum dayanmaz bu sessizliğe
Gitme
Beni öldürme
Kalbim dayanmaz bu gidişe...

İZİN VER KENDİNE BUGÜN.

Her yeni gün yeni bir başlangıç.
Aç pencereni,
Güneş odana dolsun.
Sonra bir dilek tut içinden,
Günbatımına karşı.
Hayat güzel, yaşamak güzel,
İzin ver kendine bugün...
Güneş hergün doğar,
Ancak güneşin doğuşunu görebilenlerin sayısındadır fark...
Yarınki güneşi göremeyecek olanlardan olabilirsiniz.
Bugünü güzel yaşayın. Bugün sizin olsun...
Hiç yapmadığınız bir şey yapın sevdiklerinize karşı.
Bir demet çiçek verin ona,
Sanki ilk defa buluyormuşcasına.
Daha bir sımsıkı tutun ellerinden ,
Sanki ilk kez karşılaşıyormuşcasına...
Bir sıcak buse kondurun dudaklarına,
Sanki onu ilk defa öpüyormuşcasına...
Sımsıkı sarılın ona
Hiç bırakmamacasına...

GERİ DÖNÜLMEZ YOLDAYIM...

Geri dönülmez bir yoldayım
Bir avuç toprak son nasibim
Gün güneş olsa ben neyleyim
Gönlümde akşam oldu benim

Bazen bir rüzgarım eser
Bazende düşen bir yaprak
Tut ellerimi istersen?
Maziye uzanarak...

Bütün baharlar geçip gitti
Hayallerim artık hep sensiz
Yaşıyorum bak kaderimi
Ağaçlar gibi sessiz sessiz...

Neşe Karaböcek'in ilk olarak yorumladığı, şimdilerde ise Gülay'ın puslu ve bir o kadar güzel şekilde seslendirdiği güzel bir şarkıdır. dinlemenizi tavsiye ederim.

SEVGİNE DOYUM OLMAZ

Ne sevgin biter bu yürekte
Ne de hasretin,
Kana kana su içmek gibidir seni sevmek.
Susadıkça içersin , içtikçe de susarsın.
Ne sevgine doyum olur , ne de hasretine.

Sarıldıkça anlarım,
Sana olan hasretimin sonsuzluğunu...
Ne zaman baksam gözlerine,
Sevginle yoğrulur içim
Sanki sana yeniden aşık oluyormuşcasına

Ne sevgin biter bu yürekte
Ne de hasretin,
An olur gözlerinde olsun isterim ölümüm
Başım dizlerinde can vermek isterim
Öylesine mutlu öylesine mesutken...

Sonra vazgeçerim bu fikrimden
Ölmekten değil,
Bu dünyada seni yalnız bırakmaktan korkarım
Bilirimki ,
Benim ne kadar sana ihtiyacım varsa
Senin belki daha fazla bana ihtiyacın vardır.

Seni kendim için seviyorsam
Bilki kendimden çok da senin için seviyorum
Sevgimin bencilliğine senin asaletini katmışım bir kere.
Sevgin bir kor olur yanar içimde
Gözlerine her gözüm değişinde
İçimden bir kuş havalanır sanki derinlere

An olur dalar gözüm bir sonsuz rüyaya,
Sen varsındır düşlerimde bir de ben
Bir hayal görürüm düşlerimin derininde;
Bir sen varsındır orda , bir de sen gibi güzel kızım
Minicik elleri , tıpkı senin gibi gülümseyişi vardır
Sonra sen gelirsin yanımıza,
Bir ona bir bana gülümsersin
O an zaman durur sanki
Hayat dursun , zaman dursun , hiçbirşey akmasın isterim
Hep öylece kalıverelim isterim
Bir sen , bir ben , bir de sen gibi güzel kızım.

Uyanıveririm ansızın daldığım rüyadan,
Sen varsın başucumda
Yine gülümsersin bana
Bir sen varsındır yanımda bir de sevdan,
O an Hissederimki Mutlu günlerimiz yakındır ,
Belki de ummadığımız kadar yakında...

ERKEK OLMAK...

ERKEK OLMAK geniş omuzlara sahip olmak değildir.
Önemli olan; kaç kadına O omuzlara yaslanacak kadar güven verdiğidir.

ERKEK OLMAK hayatına bir sürü kadın girmesi değildir.
Önemli olan; Kaç kadını gerçekten sevdiği ve ne kadar dürüst olabildiğidir...

ERKEK OLMAK kalın bir sese sahip olmak değildir..
Önemli olan ; Nazik ve duygulu cümleler kurabilmektir...

ERKEK OLMAK romantik bir ortamda güzel sözler fısıldamak değildir..
Önemli olan ; Her sözünün kalbinden gelmesidir...

ERKEK OLMAK vurdumu oturtmak değildir..
Önemli olan ; Dokunuşundaki yumuşaklıktır...

ERKEK OLMAK büyük ve ağır eşyaları kolay kaldırabilmek değildir..
Önemli olan ; Hayatın yükünü cesurca taşıyabilmektir.

ERKEK OLMAK kıllı bir vücuda sahip olmak değildir..
Önemli olan ; O vücutta nasıl bir kalp taşıdığıdır..

ERKEK OLMAK yatakta iyi olmak değildir..
Önemli olan ; Sevilmenin Sevişmekten daha öte bir şey olduğunu bilmektir...

ERKEK OLMAK SANILDIĞI KADAR KOLAY DEĞİLDİR.

TABLONUN ANLATTIKLARI

















Hepimizin özlem duyduğu şeyler vardır ya hayatın belki taa içinde , belkide hiç ulaşamadığımız bir köşesinde gizli kalmıştır ya bu özlemlerimiz. Bu tabloya baktıkça o gizli özlemlerimiz aklıma geliyor. Hayat ne gariptir değilmi....

HAYATIN İÇİNDEN MİNİK BİR DERS

Pers sultanı iki adamı ölüme mahkum etmiş. Sultanın atını ne kadar sevdiğini bilen mahkumlardan bir tanesi hayatını bağışlarsa , bir yıl içinde ata uçmayı öğretebileceğini söylemiş. Kendini dünyadaki tek uçan ata binerken hayal eden sultan bunu kabul etmiş. Diğer mahkum inanmayan gözlerle arkadaşına bakmış ve : "Atların uçamadığını biliyorsun.Nasıl olup da böyle delice bir fikirle çıkabildin ortaya? Yalnızca kaçınılmazı geciktiriyorsun o kadar.""Pek değil demiş birinci mahkum. Kendime dört özgürlük şansı veriyorum: Birincisi sultan bu yıl ölebilir. İkincisi ben ölebilirim. Üçüncüsü at ölebilir. Ve dördüncüsü...belki ata uçmayı öğretebilirim..!"Yaşamak demek ,birazda, ihtimalleri umutlarla birleştirmek demek değilmidir ya dostlar? Hangimizin başından geçmemiştirki olmaz denilen şeylerin olabildiği durumlar? Hayat; ne kadar çok bilinmeze gebedir kimbilir. Kaderin coşkun sel gibi akışı içerisinde kendimize bir rol biçmiş hayat. Bize düşen ise kaderin akışında bir tahta parçası gibi akışa boyun eğmek olmamalı. Hiç olmazsa Allahın bize verdiği cüzi idare ile bu akışın içinde kendimize yön verebilmek bizim elimizde. İhtimalleri , seçenekleri değerlendirmek üzerimize düşen. Bakış açımızı geniş tutarak birazda umutla bakabilmek ; bugünümüze ve yarınlarımıza.Yaşamak demek , birazda umut edebilmek demektir. Umutlarınızın hiç tükenmemesi dileğiyle...

GÖRÜNMEZ BİR MEZARLIKTIR ZAMAN...

Görünmez bir mezarlıktır zamanŞairler gezinir saf saf tenhalarında...Zaman ne çabuk geçiyor değilmi? Durup durup zaman üzerine yazıyorum birşeyler. Ama ne yaparsınız geniş bir konudur zaman. Gece gece düşünüyordum da Geçmez denilen koskoca bir yazı daha geirde bıraktık. Bitmez denilen sıcakları geride kaldı. Mevsim sonbahara yakındır. Yakında bulutlar puslu yüzlerini göstermeye başlarlar. Vaktidir yani. Bir süre sonra yağmurlar, devamında kasvetli ve bir o kadar da gizemli bir havaya bırakır kendini. Kış geliyordur artık. Ömürden bir yaz daha gitmiştir. Bana mı öyle geliyor yoksa bilemiyorum herkes için mi böyledir. Gittikçe günlerin daha da az gelmeye başladığını hissediyorum. Yarım yamalak , öylesine yaşanmak için yaşanmış günler gibi geliyor ; geçirdiğim her günün sonunda hissettiğim ana duygu. Belki yaşanmamışlık fazlası ile olduğundan öyle geliyor bana. Belki de hayat gerçekten kısalmaya başladığı içindir kimbilir. Yada bir diğer teoreme göre 30lu yaşlara yaklaştığım için ben böyle hisediyorumdur. Hatırlarım ya çocukken sanki bir gün bir asra bedeldi. Geçmek bitmez bilmezdi. Zaman ; o dönemlerde oldukça uzundu bana göre. Bir gün 24 saat değilde , 28 yada 30 saatti belkide o dönemde. yada bir başka bakış açısı ile ben o zamanlar bir günü tam olarak 24 saat yaşıyordum. Şimdi ise adı üstünde "öylesine yaşanmış günler" geçiriyorum. Anlıyorumki , hayat yaşanmışlıkla eşdeğer bir kavramdır. Bir insanı 40 yıl boyunca bir odaya kapatsanız , Bu insan sizce 40 yıl ömür sürmüştür ama peki 40 yıl yaşamışmıdır ? İşte ana temamız bu şekilde. Ömür sürmek ile yaşamak... Aradaki ince bir çizgi olmasada bir çoğumuzun çoğunlukla kaçırdığı bir çizgi olarak göze çarpar. Örneği değişik açıdan vrmek gerekirse ;40 yıl boyunca bir insan dünyayı dolaşarak , değişik kültürler, varlıklar, hayatlar öğrenerek geçirdi ise bu insan sizce kaç yıl ömür tüketmiş ve kaç yıl yaşamıştır ?Bence bu insan 40 yıl ömür tüketmesine rağmen ; gezdiği , gördüğü ve öğrendikleri ile belki de 80 yıllık bir ömrü 40 yıla sığdırmıştır denilebilir. İşte hayat ; esasen yaşayabildiğin kadar hayattır. Yoksa biyolojik olarak geçirdiğimiz yılların pek bir ayırdedici rolü olmuyor geçen yıllarımıza attığı derin imzalarda. Geçmişe çağrışım yapmam gerekirse bu noktayı aydınlatıcı , sürekli olarak verdiğim bir örnek olarak "Eternity and A Day" verebilirim. Çünkü aklıma şu anda gelen en iyi örnek bu :) Sonsuzluk ve birgün. Aslında birbirine bir o kadar uzak ve zıt olarak gözüken iki kavram. Peki sizce sonsuzluk kadar zamanı bir insan bir günde yaşayabilirmi ? Bence yine evet. Mademki yaşanan hayatı beynimizde, düşüncelerimizde özdeşim yolu ile yaşıyoruz, işte o zaman bu sorunun cevabı da evet olacaktır. Dolu dolu yaşamak ile öylesine yaşamak arasındaki anlamlı çizgi bu örnekle biraz daha somut bir kılıfa bürünecektir bu şekilde. Unutmamak lazım; sayılı zamanlarımızı tüketiyoruz aslında. Karamsar olmakla beraber bir o kadar da realist bakarsak olaya ; aslında her geçen an ölümümüze yaklaşıyoruz sadece doğal olarak. Yaklaşan anın habercisi gelmeden güzel yaşamak, gerçekten yaşamak lazım hayatı. Eğrisiyle , doğrusuyla, hataları ve günahları ile. İnsan , bilinmezden korkar derle ya. Doğrudur. İnsan bilinmezden korkar. Her insan için kendi bilinmezi , kendi ecelidir . İnsan belkide bu yüzden bilinmezden çok korkar. Eskilerin deyimi ile farklı anlatacak olursak "Her insanın kıyameti kendi ecelidir" . Bundandır sona yaklaşmaya başlarken duyulan korkunun derini. Kaçınılmaz son elbette ki hepimizi birgün bulacak, er geç yakamıza yapışacak. O güne kadar bu genel katılımlı sınavda güzel roller çıkartmak, oynadığımız güzel hayat oyunu ile gideceğimiz yerde huzur bulmak da gereklidir. Hayat bizler için... Güzel yaşamak gerek hayatı, Doğrularla yaşamak, doğru yaşamak gerek... Çünkü gideceğimiz yerde ; burdaki yaşayışımıza göre değerlendirmemiz yapılacak. Esas hayatı işte o zaman yaşamaya başlayacağız. O nedenle bu tekrar eden sahnelerde güzel işler çıkarmayı dilemişimdir hep. Güzel ve gerçek bir hayat yaşamak dileklerimle... Mutluluk belki çok uzaklarda değildir, ama bize düşen onu kovalamak. Belki yakalarız , belki o kaçmaya devam eder. Kimbilir , kim bilebilir? Bize düşen sadece yaşamak....

BAKIŞ AÇISI

Bir fıçının içine bir karınca düşmüş....
Bir insan gelmiş fıçının başına... Karıncayı görmüş.. Ne işin var senin burada demiş, karıncayı ezmiş yoketmiş...
Bir insan gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş.. Kimseye zararın yok sevimli hayvan hadi fıçıda yaşa demiş.
Bir insan gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş.. Bir kaşık şeker serpmiş fıçının içine, yesin diye...
Bu üç insan kim mi?
Birincinin adı : Bencil
İkinciyi : Hoşgörü diye çağırıyorlar,
Üçüncü mü? O Sevgi işte!..

13 Eylül 2006 Çarşamba

SESSİZ GEMİ

Artık demir alma günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Bîçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu!
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.



Rahmetli Yahya Kemal Beyatlı'nın bir çoğumuzca bilinen, belkide efsaneleşmiş bir şiiridir. Dinlemesi ayrı bir zevk , okuması ayrı bir zevk, okurken hüzünlenerek gözlerimizin dolması ise tamamen apayrı bir hüzün demetidir. Hümeyra; bu güzel şiiri yıllar evvel müziğimize kazandırmakla çok güzel yapmış. Dinlerken çok uzaklara gittiğimi hissederim her nedense. Sanki bir uykuya dalar gider, şarkının bitiminde ise dalarım uyandığım o hüzünlü uykudan. Geçmişte bir gezintidir belkide bu şiir benim için. Acı gerçekler; bir kat daha acı ve hüzünlü bir şekilde daha nasıl anlatılabilirdiki? Belki de hüznün kelimelere dökülmüş halidir bu şiir. Üzerine çok söz söyleyebilirim. Hatta sadece bu şiir üzerine sayfalarca yazı yazabilirim. Ama ne kadarı bu kadar öz ; bu kadar derin olabilirki :) Şair olmak böyle birşey sanırım. Kişisel şiir denemelerim olmasına rağmen şimdilerde daha iyi anlıyorumki ; şiir yazabilmek özellikle de hüznü , acıyı şiire dökebilmek ilhamla olmuyor sadece. O acıyı ; o hüznü içinizde yaşadıysanız , feleğin çemberinden geçtiyseniz işte o şeyleri dökebilirsiniz şiirinize. İçten gelen olgu işte bu. Yaşamayan , hissetmeyen bir yürek böylesine güzel bir şiiri nasıl yazabilirdiki. Şimdi Hümeyranın o eşsiz yorumundan bu şiiri , şarkı olarak dinliyorum. İçimde nedeni belirsiz bir hüzün uyanıyor. Dalıp gidiyorum yeniden geçmişimdeki yaşanan anların videolarına. Hayat kısa ,bir o kadar garip, bir o kadar komik :) Yormayın hayatın inceliklerine kendinizi. Birşeyleri değiştirmek için zorlamayın kendinizi. Hayat ; siz istesenizde istemesenizde , birşeyleri değiştirsenizde değiştirmesenizde akacağı hızda ; olması gereken şekilde akıp gidiyor. Bizimkisi minik ufacık çırpınışlar. Ne diyelim. Hayat çok garip...

11 Eylül 2006 Pazartesi

HAYAT DEDİKLERİ ACILARIN BİLEŞKESİ

Hayat dedikleri şey esasen acı çekmekten ibaret bir olgu...
Nasıl acı çekmek? Acının birçok boyutu söz konusu. Canınız öylesine yanar kimi zaman ama yüzünüzde gülücükler varolması gerekir. İçiniz kan ağlıyordur, kan kusuyorsunuzdur ama gülmeniz gerekir dışarıdaki hayata karşı, insanlara karşı... İçinizde fırtınalar kopar; kimsecikler duymaz sizin o sessiz çığlıklarınızı. Öylesine bağırmak istersinizki çığlıklarınızın şiddetinden dağları bile devirebileceğinizi düşünürsünüz. İçinizde kaynayan şey; canınızı çok yakmaktadır çünkü. Bir ilacı yoktur, bir doktoru yoktur, yada bir dermanı asla yoktur o kaynayan derdin. Öyle bir an gelirki o derdi anlatacağınız, yada o derdi anlattığınızda sizi anlayabilecek bir insan bile bulamazsınız etrafınızda. İnsanların azlığından değildir bu durum. Gerçekten anlayabilecek kişilerin olmamasındandır açıkçası birazda. Bazı dertler vardırki kişiye özeldir. Bir başkasına ne anlatabilirsiniz , ne de bir başkası sizi anlayabilir. Derdinizle bir olduğunuz bir zaman dilimidir o an işte. Sessiz çığlıklarınızın dağları yıktığı bir an gelmiştir artık. Artık derdinizle bütün olmak dedikleri noktaya gelmişsinizdir. Hayat dedikleri budur işte. Acıların elbirliğiyle sizi yıkmaya çalıştığı bir geniş zaman dilimidir hayat. Acılardan arta kalan mola zamanlarında minik mutluluklar çıkar karşınıza. Onlarla avunup teselli ararsınız. İşte hayat dedikleri budur. Acıyla yoğrulmanın Türkçeleşmiş halidir hayat. Ne teselli vardır , ne de çare. Bu dert beni öldürür dersiniz kimi zaman. Ama o dert sizi asla öldürmez. ÖLmekten beter olan şey gelir başınıza. Ölmekten daha zoru sürünmektir , sürünmek. Ve o acınız sizi bir ömür boyunca süründürecektir. İşte hayat dedikleri şey budur. Kocaman acıların içine serpilmiş mutluluk kırıntılarının bir görüntüsüdür hayat. Yaşamak dedikleri budur işte. Çoğunlukla canınız yanarak , arada birde yüzünüz gülerek geçip gider bir ömür. Hayat dedikleri ; esasen acıların bileşkesidir....

2 Eylül 2006 Cumartesi

HAYAT VE SEVGİ ÜZERİNE

"Kedilerle ilgili bu durumu yeni öğrenmiştim:
Normalde sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere karşı koruyabilirmiş. Bu direnci kıran tek şey neymiş biliyormusunuz: Sevgi... İnsanoglu, eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirse kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çekermiş. Ve vahşi köpeklerin azgın dişlerini gırtlaklarında veya itlaf ekiplerinin zehirli etlerini midesinde bulurmuş. Küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen sarmanların kaderinde kendi aşk hayatımızın hülasasını buldum.Biz de Eros`un şefkatine sığınıp, sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı elevermiyor muyuz? Yıllar yılı ardına sığındığımız barikatların anahtarını gönüllü teslim edip, tırnaklarımızı içeri çekmiyormuyuz? Sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarımızı gönüllü kaldırıp, yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz? Sonra ne oluyor? Sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor. Saçımızı okşayan elin bizi ilelebet kollayacağına inanıyor, tatlı sözlere kanıyoruz. Taklalar atıp, cilveler yapıyoruz. Ve en ummadığımız anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz aşkın hoyrat yüzüne... Şefkatimiz katilimiz oluyor. Ders almak mı? Ne münasebet!..Daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapılarını... Zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aşkın karşısında... Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp, her hayal kırıklığında "köpek gibi" pişman olarak, her terkedişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "Bir daha asla"larla "Daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz. O yüzden "Melek"ler, içe kıvrık patilerle gömülüyor. Ve hayata "şeytan"lar hükmediyor. Belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır... Şefkate kanmiş mefta bir ev kedisi olmaktansa, gardini almış hayatta bir sokak kedisi kalmak daha iyidir. "


İnternette Can Dündar imzası ile rastladığım bir yazıydı. Hoşuma giden ve katıldığım yönleri olmakla beraber bazı noktalarına hiç katılmıyorum.Güzel tespitler ve teşbihler var. Gardını almış sokak kedisi ile aşkın insana verdikleri, götürdükleri gibi. Aşkı bencilce yaşamanın yolunu anlatıyor Can Dündar sanırım. Gerçi bu noktada durum biraz farklıdır. Kişilerin yaşayış ve görüşleri hayata bakışlarını belirlemekte. Doğal olarak hayata hangi açıdan yaklaşıyorsanız Aşka da aynı şekilde yaklaşırsınız. Benim bakış açım ise AŞK için herşeye değeceği yönünde olacaktır yine. Ama bir farkla "Gerçek Aşk" için. Aşk, bencillik demek değil benim kitabımda. Aşk ; sevdanın potasında eriyip yokolmak asla değil. Aşk , Sevdanın potasında ruh ikizinle eriyip harman olmak kendim tabirimle. İki iken bir olabilmek Aşk. İki bedende tek ruh olmanın çözümlemesi Aşk. Onun eline diken batsa senin canının yanabilmesi durumudur Aşk. Eski American filmlerindeki evlilik törenlerinde dendiği gibi " Hastalıkta, sağlıkta, iyi günde , kötü günde...." diye devam eden cümlelerdir birazda aşkın özetlenmiş hali. Oysa günümüz dünyasında nedendir bu Aşka bencillik katma duygusu? Aşk bencillikle mi daha güzel olur fikrindenmi? Yoksa aşkı yaşamaktan çekinmekmi? Yada Aşktan zarar göreceğimiz korkusumu? O zaman güzel bir sözle yanıt verelim. "Hem şarabı içeceksin, hem başın dönmeyecek. Varmı öyle bolluk?"

Aşk, bir bilinmeze dalmak ise yaşayıp görmek lazımdır bilinmeyeni. Birazda kumar oynamaktır Aşk. Sonunda kazanacağını yada kaybedeceğini bilemeden masaya oturmaktır Aşk. Güzel olan masada yaşadıklarınsa ; sonunda kazanmanın yada kaybetmenin önemi varmıdırki? Her Aşk, ayrı bir kitap konusu , ayrı bir hayattır. İçinde olmadığınız bir hayatı ise ancak ve ancak tasvirler, anlatımlarla tanıyabilirsiniz. Bırakın Aşktan korkmayı kapınızdaki çöplüğe. Aşkı yaşamaya bakın. Eminim kaybedenlerden olmayacaksınız. Saygıyla tüm aşıklara...