17 Kasım 2012 Cumartesi

DUYURU

Son zamanlarda bir şey farkettim. Güya  virüs programı havasına girmiş google   efendi bu blogu açarken csalim.com sitesine ait içerik var amanda girmeyin uyarısı veriyor. yok efenim böyle birşey.  google'ın bok yemesi  sadece.burda olsa olsa özgür beyinlerden çıkan kötü amaçlı düşünce içeriği vardır en fazla. selam ve saygılarımla efendim...

2 Kasım 2012 Cuma

OSMANLI TÜRK MÜ?

Webte rastladığım ve ilginç olduğunu düşündüğüm bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. belki doğru olabilir belki karalama olabilir. ama netice itibarı ile incelenmesi ve doğruluğu araştırılması gereklidir diye düşünüyorum. saygılarımla...


Osmanlı Türk değildir, Osmanlıyı Türkler kurmadı 

OSMANLI TÜRK DEĞİLDİR & OSMANLIYI TÜRKLER KURMAMIŞTIR Osmanlı Türk mü? Türkler mi kurdu? Bilindiği üzere birçok tarihçi Osmanlı Türk mü, değil mi diye tartışır. Çoğunlukla Türk sayarlar, en çok da Türkiyedeki tarihçiler Osmanlıyı Türk kabul eder; fakat hakikat aslında öyle değildir. Bütün deliller ise tam tersini ıspatlamaktadır. Osmanlıya kavimsel olarak Türk dendiği özellikle son 100 yılda yazılmış kitaplarda görülür, daha öncesinde böyle birşey yoktur. Avrupa “Türk” kelimesini ırki manada kesinlikle kullanmamıştır. Osmanlıyı Türk sayanlar hep batılı ve Hıristiyan kaynaklardır. Ne Osmanlı kendini Türk saymıştır, ne diğer Türk/İslam devletleri onları Türk saymıştır. Osmanlı ise hiç bir zaman kendine ne Türk demiştir, nede Türklüğü kabul etmiştir. Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. Bu belgelerde Tek bir Türkçe kelime yoktur. Osmanlının Türk olmadığını maddelerle açıklayalım. 1. Osmanlının kayı boyundan olduğu söylenir fakat böyle bir delil veya ıspat yoktur. İlk Osmanlı parasında Kayı boyu tamgası olduğu tamamen uydurmadır. Olsaydı bile Osmanlıyı Türk saymak için kanıt sayılamaz. Osmanlı devletinin ilk parası: Kayı boyunun damgası nerede? Görebilen var mı? 1597’de Şerefhan tarafından yazılan Şerefname'de “Rum hükümdarı Fatih Sultan Mehmet” diye geçiyor. Yunan ve Rum tarihçilerde Fatih Sultan Mehmedin Rum kökenli olduğunu söylüyor. Rumların o dönemde nüfus olarak çoğunlukta olduğu belli oluyor. Demek ki Türkmenler azınlıkmış. Fatih Sultan Mehmet lakaplı Osmanlı Sultanı 2. Mehmet’in Müslüman değil, Hıristiyan olduğunu geçen yıl ünlü yazar Çetin Altan yazmıştı. Fatih Sultan Mehmet Kaiser-i Rum (keizer) olan ünvanı kullanmıştır, bu Hıristiyanların ünvanıdır. Şu an Anadoludaki eski şehir, ilçe vs isimlerinin çoğu Cumhuriyetin ardından değiştirilip Türkçeleştirilmiştir. Mesela İstanbul’un resmi ismi 1930’lara kadar Konstantiniyye idi. Arapçada “Konstantin’in şehri” manasına gelir. Konstantiniye’nin adı 1930’da çıkarılan bir kanun ile değiştirilerek İstanbul yapılmışır. Osmanlı kayıtlarındada 1920lere kadar İstanbulun adı Konstantiniyye diye geçer. Ki zaten İstabul kelimeside Yunancadır. İstanbul: Grekçe; Eis Ten Polin (Şehire doğru), Osmanlının Constantinopoli feth edip İstanbul yapması tarihi bir yalandır. İstanbul adı 1930’da verilmiştir. 1a.Osmanlı hiç bir zaman Türkçe konuşmamıştır. Osmanlıca Arapça ve Farsça karışımı dildi. Bilinenin aksine Osmanlıca denen yapay dil Türkçe değildir. Türkçede çok fazla Arapça ve Farsça kelime olduğu için böyle sanılıyor. Osmanlıda saray dili Persçeydi. Osmanlının kullandığı alfabede Pers alfabesiydi. Arapça ve Farsça yazan, konuşan ediplerin, Türkçe konuşan ve yazanlardan daha üstün tutulmaları sebepsiz değildir. 2. Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti. 3. Osmanlı şairlerinden Baki'nin, "Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle: "Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır. Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur." Yine bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise; "Tanrı, Türke irfan çeşmesini yasaklamıştır" demiştir. Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde, "Baban da olsa Türkü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet'e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir kıtasını yineleyelim: Osmanlı sarayının devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi'nin 1499 yılında yazdığı şiirin bir kıtası şöyledir: SAKIN TÜRK'Ü İNSAN SANMA BİR AN BİLE OLSA TÜRKLE OLMA TÜRK ELİNE ŞEKER OLSA,O ŞEKER ZEHİR OLUR TÜRK'ÜN BAŞINI KESERKEN SAKIN GAM YEME BABAN BİLE OLSA TÜRK'Ü ÖLDÜR. 4. Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 50.000 kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun Türklükle alakası olmadığının açık bir kanıtıdır. 5. Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır: "Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok.” Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır. Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır. 6. Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: "Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar." 7. Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 8. Osmanlı Efendisine Türk demek hakaret sayılmış, "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur. Yani Türk kelimesi aşağılamak ve küfür yerine kullanılırmış. Irki bir anlam taşımıyor ve sadece cahil köylüleri aşağılamak söylenirdi. 9. İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türke kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. 10a. Devlet-i Aliyye Devri'nde, Başbakanlara, Sadrazam deniyordu. 624 yıllık Osmanlı devrinde, 215 sadrazam oldu. Ve sadece 78'inin Türk asıllı olduğu iddia ediliyor. Yani en 197 sadrazam Türk soyundan değildi. Bu 78 Türk olduğu iddia edilen sadrazamlarda büyük olasılıkla uydurmadır. Böyle birşey gerçek değildir. Son yıllarda yazılan tarih kitaplarında yer alır ancak. Eski tarih kitaplarında böyle birşey yer almaz. 10b. Osmanlı vezirlerinin içinde tek bir Türk yoktur. 11. Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. Anadoluda tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu. 12. Osmanlı yönetiminde Türke yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir: "Türk değil mi, Merzifon'un eş.ği, Eş.k değil, köp..ten de aşağı." 13. Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. Ne dini, ne dili, ne ırkı, ne davranışı Türklükle alakası olmayan Osmanlıya “Türk” demek kadar komik ve saçma birşey olamaz. Dünyada böyle birşey ne görülmüştür, nede duyulmuştur. 14. Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: "Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün 'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye homurdanırsın. Büyük genetik araştırmaların hepsi Orta Asyadan Anadoluya gelmiş Türkmenlerin azınlık olduğunu ıspatlamıştır. BAKINIZ, ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA GELMİŞ TÜRK GENİ %9 Bu araştırma dünyanın en büyük 3. Üniversitesi olan Stanford Üniversitesi tarafından yayımlanmıştır. Son iki cümleyi okuyun. Daha detaylı versiyonu: %9 Türk Türkiyedeki Genetik uzmanlarıda Anadoluda Orta Asya kökenli gen taşıyanların çok az olduğunu söylüyor. Dr. Wells: “Anadolu'da Türk dili ve kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik veriler, Selçuklu ile Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen Türk geninin burada fazla yayılmadığını gösteriyor. Kendinizi “Türk” sayabilirsiniz, ama kökleriniz başka yere uzanabilir”. İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi bölümü öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder: “Bu rakam ortalama yüzde 10-15 civarında. Yani Orta Asya'dan bu topraklarda yaşayanların yüzde 10-15'i gelmiş ve nüfus yapısını da değiştirememişler. Hiç de Orta Asya'dan Anadolu'ya 'bir kısrak başı gibi uzanan' bir durum söz konusu değil. Orta Asya göçü bir efsane”. 15. Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türke yaklaşımından farklı değildi. Avrupa Türk ismini aşagılamak için kullanırdı, Osmanlıda öyle. Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, “Hangi dindensin?” sorusuna, “Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler. Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, “mahbûb ve müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır. Osmanlı döneminde müslüman osmanlı ahalisine etnik farkı gözetilmeksizin “Türk” denirdi. Avrupalılar Türk kelimesini kullanırken Araplar dahil birçok müslüman halkı kastederek Türk demişlerdir. Yani Avrupa Türk derken müslümanları kastediyordu. Bu Türkiye (Turchia) ismi Selçuklunun Anadoluyu almasından süregelmiş bir kelimedir. Anadolu’ya “Türkiye” denmesinin sebebi Selçuklu Türklerinin Anadoluda nüfus çoğunluğu olduğu için değildir, Anadoluyu hakimiyeti altına alıp kontrol etmelerinden dolayıdır çünkü Anadoluya Türkmen askerler gelmiş ve bu militer güçle Anadoluya hakim olmuşlar. Kim hakimse onların ülkesi denmiş, ama Türkler hiç bir zaman nüfus çoğunluğuna sahip olmamıştır. Halende öyledir. Türkmenler ise feth ettikleri yerlere Rumların ülkesi demeye devam etmiştir. Makedonya Kalkınma Partisi Genel Başkanı İdris Fatih Şahin; ''Makedonya’da Türk dendiği zaman Müslümanlık, Müslümanlık denince Türklük anlaşılır. Onun içindir Ki; “Türküm elhamdülillah” denildiği zaman, Müslüman’ım elhamdülillah denildiği anlaşılır. Balkanlarda Türklük ile Müslümanlık birbirinden ayrılmaz bir parçadır. Dünyada en çok asimile faaliyetlerinin Balkanlarda yapılması; bölgede yaşayan Arnavut, Boşnak, Makedon, kardeşlerimizin Müslüman oluşlarındandır. Müslüman denince Türk, Türk denince Müslüman anlaşıldığı için, Balkanlarda kıyım, zulüm, misyonerlik hat safhadadır.'' Avrupa’lı bugün bile kuzey ve batıdaki Müslümanlara Boşnak da olsa, Bulgar da olsa, Makedon da olsa hepsine de “Türk” demektedir. Aslında “Türkler geliyor” derken müslümanları kastetmiştir. Ama Osmanlı Türklüğü hiçbir zaman kabul etmemiştir çünkü Türk değildi. Osmanlı Türkmenlere “Etrak-ı bi idrak = anlama kaabiliyeti olmayan Türkmenler” (bu ibare, Osmanlı döneminde Türkmenler’e yakıştırılan bir ibaredir). Osmanlı Padişahına “Türk” dense, kendine hakaret edildi diye söyleyenin kafasını vurdururdu. Osmanlı devletinin Paris elçisi Mehmet Sait Halit bey’in Fransız başkentinde Türk olarak anılmasından dolayı gururunun incindiği, gücendiğinden bahsedilmektedir. 1897’ye kadar da Osmanlı imparatorluğunda Türk kavramı çok nadiren kullanılıyordu. Kullanıldığı durumlarda da en uç düzeyde küçümseme sıfatı olarak, mesela Türk kafalı, kullanılıyordu. 16. Ancak biz başa dönerek, Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım. İlk Osmanlı Padişahı Osman beyin annesinin Türk, Mo(n)gol veya Acem kökenli olduğuna dair rivayetler varsa da, bunlara ait bir kanıt bulunamamıştır. Osman bey denen birisinin olduğuda meçhul aslında. Sözde Osman Beyin iki eşi vardı, Mal ve Bala Hatunlar. Her ikisininde Mogol asıllı olduğu iddia edilsede herhangi bir kanıt yok. 1 -Gazi sultan Murat Han - annesi; Rum Horofira (Nilüfer hatun) 2 -Beyazıt Han - annesi; Bulgar Marya (Gülçiçek) 3 -Çelebi Mehmet Han - annesi; Bulgar Olga 4 -II. Murat Han - annesi; Veronika 5 -II. Mehmet Han (Fatih) - annesi; Sırp Mara Despina 6 -II. Beyazıt Han - annesi;Rum Kornelya (Gülbahar hatun) 7 -Yavuz Sultan Selim -annesi; Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova... tartışmalı 8 -I.selim Han 9 -Kanuni Sultan Süleyman -annesi; Leh yahudisi Helga (Hafsa ) 10-I. Selim Han (sarı) - annesi;Rus Roksalan (Hürrem sultan) 11-III.Murat Han - annesi; Yahudi Raşel 12-III.Mehmet Han - annesi; Venedikli Bafa (Safiye sultan) 13-I. Ahmet Han - annesi; Yunanlı Helen 14-I. Mustafa Han - annesi; Anastasia (Mahpeyker Kösem s.) 15-II. Osman Han - annesi; Evdoksia (Mahfiruz sultan) 16-IV. Murat Han - annesi; Anastasia (Mahpeyker Kösem sultan) 17-I. İbrahim Han - annesi; Anastasia (MahpeykerKösem sultan) 18-IV. Mehmet Han - annesi; Rus Nadya (Hatice Turhan sultan) 19-II. Süleyman Han - annesi; Rus Nadya ( Hatice Turhan sultan) 20- II. Ahmet Han - annesi; Polonyalı Eva 21- II. Mustafa Han - annesi; Rum Evemia (Emetullah Gülnuş) 22-III. Ahmet Han - annesi; Rum Evemia 23-I. Mahmut Han - annesi; Alekssandra 24-III. Osman Han - annesi; Sırp Mari 25-III Mustafa Han - annesi; Fransız Janet (Mihrişah sultan) 26-I. Abdulhamit Han - annesi; Fransız İda ( Rabia sultan) 27-III.Selim Han 28-IV. Mustafa Han - annesi; Bulgar Sonya ( Saniyeperver s.) 29-II. Mahmut - annesi; Fransız Aimee (Nakşıdil sultan) 30-I. Abdulmecit Han - annesi;Yahudi Suzi ( Bezm-i Alem sultan) 31-Abdulaziz Han - annesi; Besime (pertevniyal sultan) 32-V. Murat Han - annesi; Fransız Vilma (Şevkefsa sultan) 33-II. Abdulhamit Han - annesi; Ermeni Virjin ( Tirimüjgan) 34-Mehmet Reşat Han - annesi; Arnavut Sofi ( Gülcemal s.) 35-Mehmet Vahdettin Han - annesi; Henriet ( Gülustu sultan) GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ TEK BİR TÜRK YOKTUR OSMANLININ İÇİNDE. 17. Osmanlının mutfak kültürü orta asyadan çok farklıdır. Osmanlıda zeytinyağlı yemeklerin neredeyse tamamı bizans mutfağıdır. 18. Türk musikisi, sanat müziği denilen şey bizans müziğidir. Kullanılan enstrümanlar hemen hemen aynıdır. Hatta “Musiki” kelimesi bile Yunancadır. 19. Sultan Selim’in 50.000 bin Türkmeni kestiğinide bilmezsiniz belki. Osmanlı devleti Türkleri teker teker kılıçtan geçirdiği halde nasıl olurda Osmanlı devleti'nin Türk soyundan geldiğini söylerler. 20. İlk 1481 yılından kurulan Galatasaray Lisesi 1868 yılında Abdülaziz tarafından Mekteb-i Sultani adında tekrar açıldı. Eğitim dili Fransızcaydı ve Türkçe yasaktı. Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi. Kurulduğundan beri Türkmenler hiç bir zaman alınmamıştır bu mektebe.. Gördüğünüz gibi Mektebi Sultanide Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi ama hiçbir zaman Türkçe öğretilmemiştir ve Türkmen öğrenciler hiçbir zaman bu mektebe alınmamıştır. Bu nasıl Osmanlı ki Türkçe yasak ve Türkmen öğrenciler bu mektebe alınmıyor? Tarihte böyle birşeye rastlanmamıştır. Osmanlının Türk olması mümkün değildir. 21. Osmanlı döneminde bir müslümanlaştırma politikası vardır, ancak Osmanlı devletinin Türkleştirme gibi bir politikası olmamıştır, çünkü Osmanlı zaten Türk değildi. 22. Osmanlının kuruluş yeri Bileciktir. Edirne Fetret Devri'nden sonra Osmanlı'nın başkenti olmuştur, 1413'den önce (daha doğrusu 1402'den önce) Osmanlı'nın başkenti Bursa'dır, Edirne 1413'e kadar sadece Osmanlı'nın Rumeli Beğlerbeğliği'nin merkezliğini yapmıştır. Edirne'nin başkent olması Osmanlı'nın Rumeli'ye verdiği önemi, Rumeli'nin Osmanlı'nın anavatanı olduğu tezini doğruluyor. Osmanlının kökeni Rumelidedir. Zira bir batılı tarihçinin de dediği gibi Rumeli'deki toprakları Osmanlı İmparatorluğu için bir varlık nedeniydi, toprakları kaybedince o da çöktü tezi doğruluk payı içermektedir. (Balkan Savaşları ve sonrası) Osmanlının başkentleri: Bursa (1335-1365) Edirne (1365-1453) İstanbul (1453-1922) Görüldüğü gibi başkentler Rumların nüfus olarak çoğunluk olduğu yerde kurulmuş. Başkentlerin Rumelide kurulması herşeyi anlatıyor. Osmanlı sadece Saraybosnada 232 han, 18 kervansaray, 10 bedeste ve 42 köprü yaptırmış diğer medreseler, binalar hariç. Yatırımlarda ve zenginlikte Rumeli her zaman Anadolunun ilerisindeydi. Osmanlı Anadoluya pek yatırım yapmamıştır. Ne büyük çelişki. 23a. Osmanli hukumdarı Fatih Sultan Mehmed Hanın, Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan ile, 11 Ağustos 1473’te, Otlukbeli mevkiinde büyük meydan muharebe yapmıştır. Halbuki bunların ikisininde Türk olduğu iddia ediliyor. Neden iki Türk savaş yapsın ki? Demek ki Fatih Sultan Mehmet Türk değil. Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve "İşine devam et" demiştir. b. Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim neden 1514 yılında Şah İsmail ile Çaldıran Meydan Muharebesi yaptı? Şah İsmail Türk değil miydi? c. Osmanlı hükümdarı Yıldırım Beyazıd neden 1402 yılında Timur ile Ankara savaşı yaptı? “Biz ki Muluk-i Turan, Emir-i Türkistan'ız: Biz ki Türk oğlu Türk'üz; Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!..." Diyen Timur Türk değil miydi? 24. Osmanlı arması İngilizler tarafından yapıldı. Prens Charles Young ismindeki arma uzmanını osmanlı armasını dizayn etmiştir. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Dr. Selman Can, Osmanlı Devleti'nin sembolü haline gelen 'Osmanlı arması' fikrinin İngiltere Kraliçesi Victoria'dan çıktığını söyledi. Osmanlı'da arma geleneğinin bulunmadığını belirten Can, Kraliçe Victoria'nın 19. yüzyılda arma tasarımı yaptırarak, Sultan Abdülmecid'e hediye ettiğini söylüyor. Sonuç Osmanlı’nın kesinlikle Türk olmadığı bellidir. Osmanlı kendini Türk olarak nitelendirmemiştir hatta Türk kelimesinin anlamı Osmanlı için bir aşağılama terimiydi. Osmanlı Şairleri Türkleri aşağılayan şiirler yazmıştır. Osmanlı sadrazamlarının hiçbiri Türk değildir. Osmanlı Türkçe konuşmamıştır. Osmanlı okullarına Türkler alınmamıştır. Saray dili ve alfabesi Persçeydi. Osmanlı Türkleri kesmiştir. Osmanlı Padişahlarının anneleri Türk değildir. Görünen o ki kurucusuda Türk değildir. Prof. Dr. Aslıhan Tolun, “Anadoludaki Türklerin gen yapısı Asya'daki Türkçe konuşan toplumlardan çok, Anadolulu çıkıyor. Genetik yapı olarak, Orta Asya'dan çok Yunanistan, Bulgaristan gibi komşularımıza benziyoruz. NOT: Bu yazı bütün uyduruk ve yapay türk tarih kitaplarını değiştirecektir. ==Dipnotlar== 1) Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan... C.2, s.440. 2) Burhan Oğuz'dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118. 3) Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121. 4) Çetin Yetkin, Türk Halkı... s.161. 5) Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul, C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169. 6) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12. 7) Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279. 8) Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s.1. 9) Hikmet Bayur, a.g.y., s.15. 10) Hikmet Bayur, a.g.y., s.17. 11) Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253. 12) Özer Ozankaya, a.g.y., s.121. 13) Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311. 14) Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26. 15) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145. 16) Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63. 17) M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198. 18) Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331. 19) Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308. 20) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25. 

28 Eylül 2012 Cuma

ATATÜRK VE HALİL AĞA


 HALİL AĞA GERÇEĞİ

"Gel yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten..."

Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı.
"Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım..."

Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan
sonunda Florya Köşkü ' nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten
kaçtılar.

Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu
akşamı  sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye
takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları
yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep
vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.

İndiler. Köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Kolay gelsin"

"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz
konuştu:

"Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı
bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."

"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün
yok  mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?"

Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun
işi  bu değil mi?"

Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın
tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:

"Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük.
Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"

Atatürk sordu:

"Adın ne senin Ağa?"

"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."

"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."

"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa' ya çıkmış."

"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime
göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun.
Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa
var  bilir misin?"

"Bilmez olur muyum, beyim?"

"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü' ne
iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."

"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.

Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım
ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler
ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..."

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi

"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."

Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

"Sen ne diyorsun bey?" dedi.

"Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü
gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını
kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten
yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına
gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün
omuzuna elini koyarak,

"Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.

"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."

Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez.
Fakat bu, Devlet Baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket
etti.  Atatürk' ün canı sıkılmıştı.

"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda
Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder
vardı.

"Yahu çocuk, şu Halil Ağa' nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple
çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu
millet!.."

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

"Şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini
telefonla bulacaksın!..

Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile
İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı.. Atatürk,
Nuri Conker' e döndü:

"Şimdi sen de arabayla çIkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim
olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana
öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir
buraya."

O akşam Atatürk' ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ' dan oluşan yirmi beş
konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.

"Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağynabir şeyler söyledi.

Atatürk "Buyursun!" dedi.

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında
oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce,
şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağ çözülmüştü. Atatürk onu görünce
ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son
konuğunu,

"Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki
konuklarına tanıttı:

"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.

Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de
yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'
le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında öküz, bir yanında
merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl
kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle
dedi:

" Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben
sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini
olduğu  gibi tekrarlayacak."

Halil Ağa' ya döndü:

"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin
açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra
sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada
sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen
tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok
mu  senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi:

"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."

Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan
konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu
değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa' nın ancak iki metre ötesinden
kendisine bakıyordu. Nasıl desin? 

Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: 

"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi
duyurabilir miyiz ki..." "Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi,
dosdoğru..."

"Böyle demedik mi beyim?.."

"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri' ye. Nuri,böyle mi
dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."

"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali
neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle." Halil Ağa
kekeleyerek  konuştu:

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam" dedi.
"Kusura  kalma gayri..."

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık
sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

"Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağırı' diye bir laf kaçırmışım..."

Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse,
hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de
şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde
bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü
yanacağız!.."

Atatürk' ün sesi iyice sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. 
Ne dediysen,  tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

"Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya..."

"Yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?"

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine
getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,
halimi dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk' ün
gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa
Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin,
yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını
kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'
nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk
konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla
üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu
anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan,
ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler
diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar, İsviçre' den mi olur, İtalya' dan mı olur, Fransa' dan mı,
velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe' ye çevirtirler, sonra
basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi' ne... Bu Millet Meclisi
dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara
gelir.

Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca
zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir
kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın
öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda
öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim
zorlaşırmıs, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar,
işitirim, tasalanırım ! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen
benim  yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

Halil Ağa' nın dili çözülmüştü:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir...

Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini
Halil Ağa' ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık
düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline
verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış , gözleri
parlıyordu.  Ellerini dizlerinin üzerine koyarak

Atatürk'e döndü:

"Yunan' ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi
bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez
ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca
tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün
ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de
başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin
ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker' e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce
Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri
çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle
davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu
adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk' ten ayıramıyordu:

"Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya
da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü
satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa,
memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer
yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak
lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay
İstanbul'da geçiyor.  Bunun Van' ı var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi
var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."

Derleyen: Hanri Benazus - Bütün Dünya

Kaynak: İsmet Bozdağ' ın "Atatürk' ün Sofrası"

5 Ağustos 2012 Pazar

GÖRÜNMEZ BİR MEZARLIKTIR ZAMAN - II

Zaman  akıp gidiyor dostlar ya. ya ben anlamıyorum bu akışı. yada bilmiyorum ama cidden birşeyler ters gidiyor benden yana. uzun zamandır birşeyler karalayamadım maalesef. neden diyeceksiniz. öyle bir dalmışımki hayata gailesine. hani zamana hep bok atıp duruyorum ya. işte tüm sorun burada. o kadar koşturmaca içerisinde yaşarken bile gün 24 saat yetmiyor. Galiba hakikaten  AHİR ZAMAN dedikleri zamandayız. Selametle dostlar. küçüklerin  gözlerindeki çapaklardan büyüklerin ellerinden, yaşıtlarında yanak tüylerinden öpüyorum. Selametle...

25 Nisan 2012 Çarşamba

ŞAİR ŞEHRİYAR'DAN...

guzel sairin kendi dilinden heyder baba'ya selamin oykusu;

“çocukluk yıllarımdaki arkadaşlarım başta olmak üzere yöre halkının beğenisini kazanabilecek yöre türküleri üslubunda uzunca bir şiir yazmayı hep arzuladım doğrusu. fakat tahran’da uzun süre kalmamın etkisiyle, azerbaycan köylerinin yerel şiirleri ve özellikle de o ince ve esprili tabirlerini hemen hemen unutmuştum. hatta çocukluk dönemime ilişkin anılarım, silik ve anlamsız tablolara dönüşmüştü. ama annemin tahran(a gelmesi, geçmiş günlerden söz etmesi, onun sihirli dilinin etkisi, geçmişi bir masal gibi anlatması ve çocukluk dönemime ait tatlı hikayeleri tazelemesi sayesinde kafamdaki ölüler birden canlanıp, geçmişe ilişkin tablolar da beliriverdiler.”

“haydar baba’ya selam”ın kendi muhatabı üzerindeki tatlı etkisi ve zevk sahibi her insanı yoğun olarak tâ derinden yakalayan o manevi nüfuzu hakkında şairin kendisi, bu eserin ilham yoluyla yüreğine indiğine, esasen böylesine duygu ve duyarlılık dolu ve aynı zamanda her kesimden insanı etkileyebilecek bir eserin yazılabilmesi için sırf sanatın yeterli olmadığına inanıyor:

“bir gün nazım’ed-devle’nin evinde toplanmıştık. ben de rahmetli saba ile birlikte nazım’ed-devle’nin oğlu emirhan’ın odasında oturuyordum. “haydar baba”’yı henüz yeni bitirmiştim. belki de henüz tam olarak bitmemişti. her halükarda ondan bazı parçalar okuyordum. o sıralarda nazım’ed-devle’nin tebriz’den getirttiği ve on an evin salonunda çay yapmakla meşgul olan ve aynı zamanda benim dizelerimi de dinleyen bir kadın aşçı, birden perdenin aralığından odaya fırladı ve hızla bana doğru gelerek, kendini benim ayaklarıma attı ve bir taraftan da habire “benim yüreğimden konuşuyorsun oğlum diyordu”.

şairin anlattıkları yürekten kopup gönlü okşadığından, “haydar baba”’nın yayımlanmasından kısa süre sonra onun satırları, gökten inmiş gibi halk arasında hızla dilden dile dolaşmaya başladı ve büyük bir saygınlık kazandı. “haydar baba’ya selam” iran sınırlarını da aşıp, türkçe konuşan bütün halklar arasında da elde ele dolaşıp, altın parçası gibi görüldü. hatta ona nazire’ler yapıldı. hafız ve hayyam’ın şiirleri gibi bestelenip güzel sesli şarkıcılar tarafından okundu. bir başka deyişle çağımızda doğulu ozanlar sülalesinden bir peygamber ortaya çıkmış gibi, onun kelamı ortadoğu semasında yankılandı.

şehriyar, “haydar baba”’dan sonra ana dilinde yine onlarca eser daha yarattıysa da onlardan hiçbiri “haydar baba”nın güç ve azametine ulaşamadı. gerçekte şehriyar azeri edebiyatında her şeyden ziyade “haydar baba”nın şairidir. zira bu eser şairin hayatında bir dönüm noktası olmanın yanı sıra, azeri edebiyatı tarihinde de yeni bir akımın başlangıç noktası sayılıyor.

bu ölümsüz eser, şehriyar’ın gerçek kabiliyetini açıkça ortaya çıkardığından, şairin yaratıcılık hayatında bir dönüm noktası sayılıyor.. şehriyar’ın azerbaycan halkı başta olmak üzere, iran halkı arasında özel bir yer edinip, büyük bir sempati kazanması da işte bundan kaynaklanıyor. bu eseri çağdaş azerbaycan edebiyatında yeni bir aşamanın başlangıcı olarak görmemizin sebebi, onun yaratılmasıyla azeri edebiyatı alanında eşine rastlanılmadık bir uyanış ve gelişmenin meydana gelmesidir. bunun sebebi de “haydar baba”’dan etkilenip üzerine yapılan sayısız benzeri eserlerden kaynaklanıyor.. bir yazar ve mütercimin belirttiğine göre bugüne kadar “haydar baba”’ya özenen 300 nazire kaydedilmiştir. bu da, edebi ve halkçı bir eserin tam olarak ilgi ve sempati kazanması demektir. nitekim hacı hafız’ı şirazi irfan ve fars edebiyatı aleminde öyle bir makama ulaşmıştır. bu arada “haydar baba”’nın folklorik edebi bir şaheser olduğunu da unutmamak gerekir. şunu açıkça söyleyebiliriz ki bu eser kendi türünde eşsizdir. bu manzume, şehriyar’ın adıyla birlikte sadece azerbaycan folklor ve edebiyat tarihinde değil ayrıca bu ülke halkının zihninde de ölümsüzleşecektir.

“haydar baba” etrafında bir gezinti

“haydar baba”’ya selam gerçekte çağımız ve kültürümüzün köy senfonisi demektir. çarpıcı bir başlangıçla birden bire kendimizi azerbaycan’ın renkli, canlı ve coşkun doğasının kucağında, “haydar baba” tepesinde gök yüzünün ışığı ve sağanak yağmuru altında, sel gibi akan suları arasında buluveriyoruz. sonra bir grup kız gözümüze çarpıyor. sıra oluşturmuş ve doğanın bu ani şakırdayışını seyre dalmışlar. şair böyle bir girişten sonra şöyle sesleniyor:

selam olsun şevketinize, elinize

benim de bir adım gelsin dilinize

şimdi sıra çocukluk anılarında... ve şair emsalsiz bir ustalıkla onları da gözlerimizin önüne sermeye başlıyor. bu emsalsiz tablolar insanı ister istemez büyülüyor.

mir ejder’in türküsü köyün her tarafından işitilmektedir. öte yandan aşık rüstem’in sazının sesi de fon müziği gibi, çocukluk döneminin zemininde daima duyuluyor sanki:

hatırlar mısın nasıl koşar, kaçardım!

kuşlar misali kanat çırpıp uçardım!

şair daha sonra, şairane adı, güzel şekli, büyüleyici kokusu ve tadı ve eşsiz letafetiyle duyarlı her vatandaşın anılarında özel bir yere sahip olan “aşık elması”nı hatırlıyor. daha sonra da tatlı bir rüya gibi gelen çocukluk dönemi oyunlarını tekrarlayıp, “haydar baba”(nın eteğinde ve doğanın kucağında geçen böylesi hür ve sade yaşamın, kendisini derinden ve kalıcı bir şekilde hep etkilediğini itiraf ediyor.

kalmış aklımda tatlı bir rüya gibi

etkilemiş ruhumu, her şeyimi

“haydar baba”’nın tepesinde duran şairin ilgisi daha sonra, “kuru göl”e yöneliyor. oranın manzarasını da, kuşların uçuşu ve gumistan’ı tavsif ederken şairane bir dille şöyle betimliyor:

“haydar baba”! kuru göl’ün kazları

geldiklerin sazak çalan sazları

daha sonra kerbela yolu kervanlarının dönüş yollarından bahsediliyor. şair burada ustaca bir göndermeyle, yüz yılın bulaştığı kokuşma şiddet olayları, düşmanlık ve acımasızlıklardan duyduğu üzüntüsünü belirterek şöyle diyor:

göz yaşına bakan olsa, kan akmaz

insan olan beline hançer takmaz

ne yazık ki kör tuttuğunu bırakmaz

şair bir kez daha anılarına dalar. bu kez, yüz rüzgârı ve yağmurundan şeyh’ul islam’ın münacat sesine geçer:

güzel sözler okşardı yürekleri

ağaçlar da allah’a baş eğerdi

daha sonra bayırlar, koyun sürüleri, çobanlar ve o dönem ve o mekana dönmeye duyduğu özleme geliyor:

bir geleydim dağ, dereler uzunu

okuyaydım “çoban getir kuzunu”

ardından orak mevsimi, bıldırcın avı, köylülerin iş sonrası dinlenmeleri, güneşin batışı ve akşam üstü ev halkının konumuyla ilgili betimler sırasıyla diziliyor şairin kelamında:

yaşlı nine gece masal anlattığında

tipi gelip, bacaları dövdüğünde

kurt, keçi yavrusunu yediğinde

keşke geriye dönüm çocuk olaydım

çiçek gibi açıp, ondan sonra solaydım

şiirin devamında, gerçekte buram buram hayat kokan ama görünüşte küçük ve önemsiz olan günlük olaylara ilişkin anılar sıralanıyor:

halacığımın ballı lokmasını yerdim

nerde kendimi şımarttığım o günlerim

ağaca çıktığım, at gezdirdiğim o günlerim

sonra yine şeyh’ul islam’ın yanıklı münacat sesini duyuyor, meşhedi rahim ile tanışıp, onun hırka giyişi hikayesini öğreniyoruz. ve şair tüm bunları canlı bir şekilde gözlerimizin önünde canlandırıyor.

bunun ardından bölge ağalarından melek niyazhan, tüfekler, binicilik ve atıcılık, köy kızlarının onları seyre duruşu, nişanlık oyunu, köy düğünü ve bayram merasimleri, bir kez daha şairimizi o günlere götürüyor:

çarşamba’nın cevizleri, üzümleri

kızlar der “atil-matil” çarşamba

ayna gibi bahtım açıl çarşamba

ardından ekini biçme ve ürünü toplama vakitleri, köyde gün batımı ve akşam vakti iki bölümde şöyle bir girişle anlatılıyor:

yaz gecesi çayda sular şarıldar

daha sonra hala oğlu şuca’nın hüzünlü hikayesine değiniliyor. şaire göre bu hikayenin sonunda gelinin baht aynası kararıyor. “nene kız’ın baht aynası karardı”. ve işte gözlerinin anısı, şairin yüreğinin karanlıklarından bir yıldız gibi parlayan bu “nine kız” , şairimizin çocukluk arkadaşlarından ve diğer arkadaşlarıyla birlikte onun ilham kaynaklarından biridir:

“haydar baba”! nene kız’ın gözleri

rahşande'nin şirin şirin sözleri

türkü dedim, okusunlar özleri

bilsinler ki ömür gider ad kalır

iyiden kötüden sonunda bir tat kalır

şehriyar ikinci “haydar baba”’da yine o şirin sözlü rahşande ile güzel gözlü nene kız’a baş vurur ve onları şöyle anlatır:

rahşande’nin, torunu tutuyor elini

nene kız ise güveyi var, gelini

şairler bugüne kadar ay, yıldız, deniz ve bulutlar ile ilgili çok güzel tasvirler yaratmışlardır. ama şimdi bizim şairimiz, ay’ı nehir suyunda boğulurken görüyor. onun, bu manzarayla ilgili hüzünlü anlatımı, okurun belleğinde çakılıp kalıyor. şair daha sonra, karanlık gecelerde kurtlardan korkmasını anımsar gibi birden ecel kurdunu gözleri önüne getiriyor ve onun hemen ardından da kendi gençliğini ve bugünkü yaşlanan halini anımsıyor.

işte bütün bu anılar ve özellikle de dostlar ve tanıdıkların ölüm ve yok oluşlarının hatırlanması, sonuçta şairi çileden çıkarıyor ve o bu noktada, acı acı yürekten haykırıyor. sözü yürekten koptuğu için de insanı yürekten etkiliyor tabii. şairin bu aşamada kaydettiği dizeleri belki onun bu manzume bağlamında en çok ün kazanan dizeleridir:

“haydar baba”! dünya yalan dünyadır

süleyman’dan, nuh’tan kalan dünyadır

oğlu, kardeşi derde salan dünyadır

her kimseye ne vermişse, almıştır

platon’dan kuru bir ad kalmıştır.

bu anılar manzumesinde insan ile doğu, sadece yan-yana değil, hatta kimi yerde birbiriyle iç içe olup, kaynaşıyor, yeni bir biçim alıyor ve şiir aleminde ölümsüz bir anlatım dili oluşturuyorlar.

şehriyar birkaç kişiyi daha tanıttıktan sonra, babası “hacı mir aka hoşknabi”yi de kısaca anlatarak, onu, bir oğlun babasına olan sevgi ve saygı duygusu ile anıyor ve takdirini belirtiyor. şaire göre o, güzeller kuşağının sonuncusuydu. veya bir arkadaşın tabiriyle vefa soyundan gelenlerin sonuncusuydu.

baba ölünce, dünyanın hali değişti

sevgiden, şefkatten eser kalmadı

“haydar baba” senfonisi, okuru bir nevi duygusal ve içten bir değişime uğratan olağanüstü güzellikte bir doruk noktasının ardından sonuç bölümünde, iyi insanlar arasında barış ve kardeşlik ortamının yeniden canlandırılması ve yüce değerlerin vücuda getirilmesi yolunda, güzel tavsiyelerde bulunuyor ve böylece “haydar baba”’nın 1. bölümü, güzel ve duamsı bir parçayla sona eriyor:

“haydar baba”! senin gönlün şad olsun

dünya durdukça ağzın dolu tat olsun

senden geçen tanış olsun, yad olsun

dinle benim şair oğlum, şehriyar!

bir ömürdür gam üstünde gam kalır

kafkasya’da halkın ulusal ve kültürel mirasının korunmasında “haydar baba” manzumesinin rolü

iran’da sosyal ve kültürel şartlar, birbirine bağlı ve doğal zaruretler içerisinde olmaları nedeniyle türkiye ve azerbaycan cumhuriyeti gibi ülkelerde görünen sosyal-kültürel şartlardan daha farklıdır. tarihi açıdan iran ile çok geniş kültürel ortaklıkları bulunan bu iki ülkede alfabenin değiştirilmesi ve özel hedeflerle kültürel siyasetlerin dayatılması, ulusal açıdan aşırı zarar ve ziyanlara uğramasına yol açmıştır. telafisi çok güç olan bu zararın tam ve dakik olarak kavranabilmesi için, aydınlar ve düşünsel liderler başta olmak üzere, halkın çeşitli kesimleriyle direkt irtibata geçilmesi gerekiyor. böylece bu yöndeki facia, derinlemesine ortaya çıkacaktır. ilerleme ve kalkınma adı altında gerçekleştirilen bu değişim ve gelişmeler aslında, bu tür kültürel siyasetlerle yetişen insanların köksüz, sığ düşünceli ahlakî değerlerden arındırılmış ve tarihî-kültürel meselelerin bilincinde olmayan kimselere dönüşmelerine sebep oluyor. bunun yanı sıra, bu korkunç girişimin kamufle edilmesi gayesiyle yapılan, milli duyguların kışkırtılması meselesi de, bu bölgelerde yaşayan halkların bilinçlendirilmesini oldukça zorlaştırıyor. zira, siyasi kışkırtmalarla uyumlu bir hal alan milli duyguların görünüşteki biçimleri, mantıklı ve reformcu düşüncelerin sunulması karşısında bir nevi direniş gücüne dönüşüyor. bendeniz, meslek icabı ve kişisel ilgim nedeniyle son iki yılda, özellikle sözü geçen siyasetlerin baskısına maruz kalan orta asya, kafkasya ve türkiye cumhuriyetlerinde yaşayan sıradan insanlarla sürekli temas halindeyim ve bu yöndeki kültürel eksikliğe yakından şahit oldum. ancak azerbaycan dili ve milli kültürü “haydar baba”nın ortaya çıkması ardından yabancı saldırgan kültürler karşısında bir nevi direniş kazanmıştır. bunu da azerbaycan cumhuriyeti’nin bahtiyar vahapzade, hasan hasanzade, nurettin rızayev ve rüstem aliyev gibi tanınmış aydın, şair ve yazarları benim yanımda şahsen itiraf etmişler ve aynı zamanda “haydar baba”nın azerbaycan ulusal kültürünün korunmasında oynadığı rolü de defalarca takdir etmişlerdir. kısacası ‘“haydar baba’ ya selam” manzumesi azerbaycan edebiyatında, azeri türklerinin bir nevi şehnamesi olarak, azeri dili ve kültürünün korunmasında çok üstün bir konuma sahiptir.

kaynak: http://turkish.irib.ir/shahriiar.htm

Heyder Baba, gece durna keçende,
Köroğlunun gözü kara seçende,
Kıratını minib, kesib biçende,
Men de burdan tez matlaba çatmaram,
Eyvaz gelib çatmayıncan yatmaram.

Heyder Baba, merd oğullar doğginan,
Nâmerdlerin burunların oğginan,
Gediklerde kurdları dut boğginan,
Koy kuzular ayın şayın otlasın,
koyunların kuyrukların katlasın.

Heyder Baba, senin könlün şad olsun,
Dünya varken ağzın dolu dad olsun,
Senden keçen yakın olsun, yad olsun,
Deyne menim şâir oğlum Şehriyâr,
Bir ömürdür gam üstüne gam çalar.





Şair Şehriyar

HEYDAR BABA'YA SELAM


Heyder Baba, ıldırımlar şakanda,
Seller, sular şakkıldayıb akanda,
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda,
Selâm olsun şevkatize, elize,
Menim de bir adım gelsin dilize.

Heyder Baba, kehliklerin uçanda,
Göl dibinden dovşan kalkıb, kaçanda,
Bahçaların çiçeklenib açanda,
Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele,
Açılmayan ürekleri şâd ele.

Bayram yeli çardakları yıkanda,
Novruz gülü, kar çiçeği çıkanda,
Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda,
Bizden de bir yâd eyleyen sağ olsun,
Derdlerimiz koy dikkelsin dağ olsun.

Heyder Baba, gün dalıvı dağlasın,
Üzün gülsün, bulakların ağlasın,
Uşaklarun bir deste gül bağlasın,
Yel gelende ver getirsin bu yana,
Belke menim yatmış bahtım oyana.

Heyder Baba, senin üzün ağ olsun,
Dört bir yanın bulak olsun, bağ olsun,
Bizden sora senin başın sağ olsun,
Dünya kazov-kader, ölüm-itimdi,
Dünya boyu oğulsuzdu, yetimdi.

Heyder Baba, yolum senden keç oldu,
Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu,
Heç bilmedim gözellerin neç oldu,
Bilmezidim döngeler var, dönüm var,
İtginlik var, ayrılık var, ölüm var.

Heyder Baba, igit emek itirmez,
Ömür geçer efsus bere bitirmez,
Nâmerd olan ömrü başa yetirmez,
Biz de vallah unutmarık sizleri,
Görenmesek helâl edin bizleri.

Heyder Baba, Mir Ejder seslenende,
Kend içine sesden-köyden düşende,
Aşık Rüstem, sazın dillendirende,
Yadındadır ne hövlesek kaçardım,
Kuşlar tekin kanad çalıb uçardım.

Şengülava yurdu, aşık alması,
Gâh da gedib orda konak kalması,
Daş atması, alma-heyva salması,
Kalıb şirin yuhu kimin yadımda,
Eser koyub, ruhumda her zadımda.

Heyder Baba, Kuru gölün kazları,
Gediklerin sazak çalan sazları,
Ket kövşenin payızları, yazları,
Bir sinema perdesidir gözümde,
Tek oturub, seyr ederem özümde.

Heyder Baba, Karaçemen caddası,
Çovuşların geler sesi, sedası,
Kerbelâ’ya gedenlerin kadası,
Düşsün bu aç, yolsuzların gözüne,
Temeddünün uyduk yalan sözüne.

Heyder Baba, şeytan bizi azdırıb,
Mehebbeti üreklerden kazdırıb,
Kara günün ser-nüviştin yazdırıb,
Salıb halkı bir-birinin canına,
Barışığı beleşdirib kanına.

Göz yaşına bakan olsa, kan akmaz,
İnsan olan hancer beline takmaz,
Amma hayıf, kör tutduğun burakmaz,
Behiştimiz cehennem olmakdadır,
Ziheccemiz meherrem olmakdadır.

Hazan yeli yarpakları tökende,
Bulut dağdan yenib kende köçende,
Şeyhülislam gözel sesin çekende,
Nisgilli söz üreklere deyerdi,
Ağaçlar da Allah’a baş eyerdi.

Daşlı bulak daş-kumunan dolmasın,
Bahçaları saralmasın, solmasın,
Ordan keçen atlı susuz olmasın,
Deyne bulak, hayrın olsun, akarsan,
Ufuklara humar-humar bakarsan.

Heyder Baba, dağın daşın seresi,
Kehlik okur, dalısında feresi,
Kuzuların ağı, bozu, karası,
Bir gedeydim dağ-dereler uzunu,
Okuyaydım: 'Çoban, kaytar kuzunu'.

Heyder Baba, Sulu yerin düzünde,
Bulak kaynar çay çemenin gözünde,
Bulakotu, üzer suyun üzünde,
Gözel kuşlar ordan gelib keçerler,
Halvetleyib bulakdan su içerler.

Biçin üstü sünbül biçen oraklar,
Ele bil ki, zülfü darar daraklar,
Şikarçılar bildirçini soraklar,
Biçinçiler ayranların içerler,
Bir huşlanıb, sondan durub biçerler.

Heyder Baba, kendin günü batanda,
Uşakların şamın yeyib yatanda,
Ay bulutdan çıkıb kaş-göz atanda,
Bizden de bir sen onlara kıssa de,
Kıssamızdan çoklu gam u gussa de.

Karı nene gece nağıl deyende,
Külek kalkıb kap-bacanı döyende,
Kurd keçinin Şengülüsün yeyende,
Men kayıdıb bir de uşak olaydım,
Bir gül açıb ondan sora solaydım.

‘Emmecan’ın bal bellesin yeyerdim,
Sondan durub üs donumu geyerdim,
Bahçalarda tiringeni deyerdim,
Ay özümü o ezdiren günlerim,
Ağac minib, at gezdiren günlerim.

Heçi hala çayda paltar yuvardı,
Memmed Sadık damlarını suvardı,
Heç bilmezdik dağdı, daşdı, divardı
Her yan geldi, şıllak atıb aşardık,
Allah, ne koş, gamsız-gamsız yaşardık.

Şeyhülislam münâcatı deyerdi,
Meşed Rahim lebbâdeni geyerdi,
Meşdâceli bozbaşları yeyerdi,
Biz hoş idik, hayrat olsun, toy olsun,
Fark eylemez, her n’olacak, koy olsun.

Melik Niyaz verendilin salardı,
Atın çapıb kıykacıdan çalardı,
Kırkı tekin gedik başın alardı.
Dolayıya kızlar açıb pencere,
Pencerelerden ne gözel menzere.

Heyder Baba, kendin toyun tutanda,
Kız gelinler hena, pilte satanda,
Bey geline damdan alma atanda,
Menim de o kızlarında gözüm var,
Aşıkların sazlarında sözüm var.

Heyder Baba, bulakların yarpızı,
Bostanların gülbeseri, karpızı,
Çerçilerin ağ nebatı sakkızı,
İndi de var damağımda, dad verer,
İtgin geden günlerimden yad verer.

Bayram idi gece kuşu okurdu,
Adaklı kız bey çorabın tokurdu,
Herkes şalın bir bacadan sokurdu,
Ay ne gözel kaydadı şal sallamak,
Bey şalına bayramlığın bağlamak.

Şal istedim men de evde ağladım,
Bir şal alıb tez belime bağladım,
Gulam gile kaçdım, şalı salladım,
Fatma hala mene çorab bağladı,
Han nenemi yada salıb ağladı.

Heyder Baba, Mirzemmed’in bahçası,
Bahçaların turşa şirin alçası,
Gelinlerin düzmeleri, tahçası
Hey düzüler gözlerimin refinde,
Heyme vurar hatıralar sefinde.

Bayram olub, kızıl palçık ezerler,
Nakış vurub, otakları bezerler,
Tahçalara düzmeleri düzerler
Kız-gelinin fındıkçası, henası,
Heveslener anası, kaynanası.

Bakıçının sözü, sovu, kağızı
İneklerin bulaması, ağızı,
Çerşenbenin girdekânı, mövizi
Kızlar deyer: “Atıl-matıl, çerşenbe,
Ayna tekin bahtım açıl, çerşenbe”.

Yumurtanı göyçek, güllü boyardık,
Çakkışdırıb sınanların soyardık,
Oynamakdan birce meğer doyardık,
Eli mene yaşıl aşık vererdi,
İrza mene novruz gülü dererdi.

Novruz Ali hermende vel sürerdi,
Kâhdan enib küleşlerin kürerdi,
Dağdan da bir çoban iti hürerdi,
Onda gördün ulak ayak sahladı,
Dağa bakıb kulakların şahladı.

Akşam başı nahırçılar gelende,
Kodukları çekib, vurardık bende,
Nahır keçib gedib yetende kende,
Heyvanları çılpak minib kovardık,
Söz çıksaydı, sine gerib sovardık.

Yaz gecesi çayda sular şarıldar,
Daş kayalar selde aşıb, karıldar,
Karanlıkda kurdun gözü parıldar,
İtler gördün, kurdu seçib ulaşdı,
Kurd da gördün, kalkıb gedikden aşdı.

Kış gecesi tövlelerin otağı,
Kentlilerin oturağı, yatağı,
Buharıda yanar odun yanağı,
Şebçeresi, girdekânı, iydesi,
Kendi basar gülüb-danışmak sesi.

Şücâ haloğlunun Baki savgati,
Damda kuran samavarı, söhbeti,
Yadımdadı şestli keddi, kameti,
Cünemmegin toyu döndü, yas oldu,
Nene Kız’ın baht aynası kâs oldu.

Heyder Baba, Nene Kızın gözleri,
Rakşende’nin şirin-şirin sözleri,
Türki dedim, okusunlar özleri,
Bilsinler ki, adam geder ad kalar,
Yahşı-pisden ağızda bir dad kalar.

Yaz kabağı gün güneyi döyende,
Kend uşağı kar güllesin sövende,
Kürekçiler dağda kürek züvende,
Menim ruhum ele bilin ordadır,
Kehlik kimi batıb kalıb, kardadır.

Karı Nene uzadanda işini,
Gün bulutdan eyirerdi teşini,
Kurd kocalıb, çekdirende dişini,
Sürü kalkıb dolayıdan aşardı,
Badyaların südü aşıb-daşardı.

Hecce Sultan emme dişin kısardı,
Molla Bağır emoğlu tez mısardı,
Tendir yanıb, tüstü evi basardı,
Çaydanımız arsın üste kaynardı,
Kovurkamız saç içinde oynardı.

Bostan pozub getirerdik aşağı,
Doldurardık evde tahta tabağı,
Tendirlerde pişirerdik kabağı,
Özün yeyib, tohumların çıtlardık,
Çok yemekden lap az kala çatlardık.

Verzeğan’dan armud satan gelende,
Uşakların sesi düşerdi kende,
Biz de bu yandan eşidib bilende,
Şıllak atıb bir kışkırık salardık,
Buğda verib armudlardan alardık.

Mirza Tağı’ynan gece getdik çaya,
Men bakıram selde boğulmuş aya,
Birden ışık düşdü otay bahçaya,
”Eyvay dedik, kurddu”, kayıtdık, kaşdık,
Heç bilmedik ne vakt küllükden aşdık.

Heyder Baba, ağaçların ucaldı,
Amma hayıf cevanların kocaldı,
Tokluların arıklayıb acaldı,
Kölge döndü, gün batdı, kaş kereldi,
Kurdun gözü karanlıkda bereldi.

Eşitmişem yanır Allah çırağı,
Dayır olub mescidüzün bulağı,
Râhat olub kendin evi, uşağı,
Mensur Han’ın eli kolu var olsun,
Harda kalsa, Allah ona yar olsun.

Heyder Baba, Moll’ İbrahim var, ya yok?
Mekteb açar, okur uşaklar, ya yok?
Hermen üstü mektebi bağlar, ya yok?
Menden ahonda yetirersen selâm,
Edebli bir selâm-ı mâ lâkelâm.

Hecce Sultan emme gedib Tebriz’e,
Amma ne Tebriz ki, gelemmir bize,
Balam durun, koyak gedek evmize,
Ağa öldü, tufakımız dağıldı,
Koyun olan yad gediben sağıldı.

Heyder Baba, dünya yalan dünyadı,
Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı,
Oğul doğan, derde salan dünyadı,
Her kimseye her ne verib alıbdı,
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı.

Heyder Baba, yaru yoldaş döndüler,
Bir-bir meni çölde koyub, çöndüler,
Çeşmelerim, çırahlarım, söndüler,
Yaman yerde gün döndü, akşam oldu,
Dünya mene harâbe-i şâm oldu.

Emoğluynan geden gece Kıpçağ’a,
Ay ki çıkdı, atlar geldi oynağa,
Dırmaşırdık, dağdan aşırdık dağa,
Meşmemi Han göy atını oynatdı,
Tüfengini aşırdı, şakkıldatdı.

Heyder Baba, Kara gölün deresi,
Hoşgenâb’ın yolu, bendi, beresi,
Orda düşer çil kehliğin feresi,
Ordan keçer yurdumuzun özüne,
Biz de keçek yurdumuzun sözüne.

Hoşgenâb’ı yaman güne kim salıb?
Seyyidlerden kim kırılıb, kim kalıb?
Amir Gafar dam daşını kim alıb?
Bulak gene gelib gölü doldurur,
Ya kuruyub, bahçaları soldurur.

Amir Gafar seyyidlerin tacıydı,
Şahlar şikar etmesi kıykacıydı,
Merde şirin, nâmerde çok acıydı,
Mazlumların hakkı üste eserdi,
Zalimleri kılıç tekin keserdi.

Mir Mustafa dayı, uca boy baba,
Heykelli, sakkallı, Tolustoy baba,
Eylerdi yas meclisini, toy baba,
Hoşgenâb’ın âb-ı rûsu, erdemi,
Mescidlerin, meclislerin görkemi.

Mecdüssâdât gülerdi bağlar kimi,
Guruldardı, buludlu dağlar kimi,
Söz ağzında erirdi yağlar kimi,
Alnı açık, yakşı, derin kanardı,
Yaşıl gözler çırağ tekin yanardı.

Menim atam süfreli bir kişiydi,
El elinden tutmak onun işiydi,
Gözellerin âhire kalmışıydı,
Ondan sonra dönergeler döndüler,
Mehebbetin çırağları söndüler.

Mir Sâlih’in deli sevlik etmesi,
Mir Aziz’in şirin şahsey getmesi,
Mir Memmed’in kurulması, bitmesi,
İndi desek, ahvâlâtdı, nağıldı,
Keçdi getdi, itdi batdı, dağıldı.

Mir Abdül’ün aynada kaş yakması,
Çövçülerinden, kaşının akması,
Boylanması, dam-divardan bakması,
Şah Abbas’ın dürbini, yâdeş behayr,
Hoşgenâb’ın hoş günü, yâdeş behayr.

Sitâr’ emme nezikleri yapardı,
Mir Kadir de her dem birin kapardı,
Kapıb, yeyib, dayça tekin çapardı,
Gülmeliydi onun nezik kappası,
Emmemin de, ersininin şappası.

Heyder Baba, Amir Heyder neyneyir?
Yakın gene samavarı keyneyir,
Day kocalıb, alt engiynin çeyneyir,
Kulak batıb, gözü girib kaşına,
Yazık emme, havâ gelib başına.

Hanım emme Mir Abdül’ün sözünü,
Eşidende eyer ağzı, gözünü,
Melkâmıd’a verer onun özünü,
Da’vaların şuhlugılan katallar,
Eti yeyib, başı atıb yatallar.

Fizze hanım Hoşgenâb’ın gülüydü,
Amir Yahya em kızının kuluydu,
Ruhsâre artist idi, sevgiliydi,
Seyid Hüseyn Mir Salih’i yansılar,
Amir Cefer geyretlidir, kan salar.

Seher tezden nahırçılar gelerdi,
Koyun kuzu dam bacadan melerdi,
Emme Can’ım körpelerin belerdi,
Tendirlerin kavzanardı tüstüsi,
Çöreklerin gözel iyi, istisi.

Göyerçinler deste kalkıb uçallar,
Gün saçanda kızıl perde açallar,
Kızıl perde açıb, yığıb kaçallar,
Gün ucalıb, artar dağın celâli,
Tebietin cevanlanar cemâli.

Heyder Baba, karlı dağlar aşanda,
Gece kervan yolun aşıb çaşanda,
Men hardasam, Tehran’da, ya Kâşan’da,
Uzaklardan gözüm seçer onları,
Hayâl gelib, aşıb keçer onları.

Bir çıkaydım Damkaya’nın daşına,
Bir bakaydım keçmişine, yaşına,
Bir göreydim neler gelib başına,
Men de onun karlarıylan ağlardım,
Kış donduran ürekleri dağlardım.

Heyder Baba, gül konçesi handandı
Amma hayıf, ürek gazası kandı,
Zindegânlık bir karanlık zindandı,
Bu zindanın derbeçesin açan yok,
Bu darlıkdan bir kurtulub kaçan yok.

Heyder Baba, göyler bütün dumandı,
Günlerimiz birbirinden yamandı,
Birbirizden ayrılmayın, amandı,
Yakşılığı elimizden alıblar,
Yakşı bizi yaman güne salıblar!

Bir soruşun bu karkınmış felekden,
Ne isteyir bu kurduğu kelekden?
Deyne, keçirt ulduzları elekden,
Koy tökülsün, bu yer üzü dağılsın,
Bu şeytanlık korkusu bir yığılsın.

Bir uçaydım bu çırpınan yelinen,
Bağlaşaydım dağdan aşan selinen,
Ağlaşaydım uzak düşen elinen,
Bir göreydim ayrılığı kim saldı?
Ölkemizde kim kırıldı, kim kaldı?

Men senin tek dağa saldım nefesi,
Sen de kaytar, göylere sal bu sesi,
Baykuşun da dar olmasın kefesi,
Burda bir şîr darda kalıb bağırır,
Mürüvvetsiz insanları çağırır.

Heyder Baba, gayret kanın kaynarken,
Karakuşlar senden kopub kalkarken,
O sıldırım daşlarıynan oynarken,
Kavzan, menim himmetimi orda gör,
Ordan eyil, kâmetimi darda gör.

Heyder Baba, gece durna keçende,
Köroğlunun gözü kara seçende,
Kıratını minib, kesib biçende,
Men de burdan tez matlaba çatmaram,
Eyvaz gelib çatmayıncan yatmaram.

Heyder Baba, merd oğullar doğginan,
Nâmerdlerin burunların oğginan,
Gediklerde kurdları dut boğginan,
Koy kuzular ayın şayın otlasın,
koyunların kuyrukların katlasın.

Heyder Baba, senin könlün şad olsun,
Dünya varken ağzın dolu dad olsun,
Senden keçen yakın olsun, yad olsun,
Deyne menim şâir oğlum Şehriyâr,
Bir ömürdür gam üstüne gam çalar.


Şair Şehriyar

DOSTLUK ÜZERİNE...


Kasabanın birinde yaşayan bir aile varmış. Ailenin tek çocuğu  eve geç gelir, anne-babasını endişelendirirmiş. Babası birgün sormuş: “Oğlum ne yapıyorsun gece geç saatlere kadar böyle?” Çocuk “Arkadaşlarımla, dostlarımla birlikteyim baba” demiş. Babası “ Dost dediğin bir tane olur , o da her zaman değil.İhtiyacın oldugunda seni bulur” demiş. Çocuk “ Olurmu baba? Nerdeyse benim bütün arkadaşlarım dostumdur” cevabını verir.Baba diretir bunun üzerine. “Hayır oğlum olurmu? Madem onların hepsi senin dostun; o zaman bir deneme yapta gör” diye ogluna nasihat eder. Bu konuşma üzerine baba ogul , ahırda bir oglak kesip bir halıya sararlar. Sonra çocuk bütün arkadaşlarının  gece vakti evine gider ve yardım ister “Birini vurdum öldürdüm” diyerek. Ancak bütün dost bildiği arkadaşları olayı duyar duymaz kapıyı suratına kapatırlar. Çocuk eve üzgün bir şekilde döndüğünde babasına haklı oldugunu söyler. Babası ona yinede dostlugun bu demek olmadıgını anlatır. Çocuk bunun üzerine iyice şaşırır ve “Nasıl?” diye sorar. Babası derki “Yumurtacı Ali benim dostumdur, git ona, adam vurdugunu söyle ve gel” Çocuk Yumurtacı Alinin yanına gider ve adama halıyı göstererek durumu anlatır.Yumurtacı Ali  , çocuğu arka tarafa götürür ve derin bir kuyu kazar.Sonra da halıyı içine bile bakmadan kuyuya atar. Üstünüde soğan filizleri ile kaplar bir güzel. Orayı doldurur. Ve sonra “Babana selam söyle” deyip çocugu ugurlamış.Çocuk büyük bir sevinçle babasının yanına gelir. “Evet babacıgım. Dostluk bu olsa gerektir.” der babasına. Babası “Hayır oglum. Dostluk bu demek degil” diye cevap verir. Çocuk iyiden iyiye şaşkınlık içindedir.Babası ertesi günün Cuma oldugunu ve Alinin pazar yerinde yumurta tezgahı oldugunu söylerek devam eder. “Aliye git ve tezgahı devir.Eğer Ali amcan laf söylemeye kalkarsa bir de tokat at” der. Çocuk “Olurmu baba? Bu kadar iyibir insana bu yapılırmı” diye sormuş.Babası “Sen dediğimi yap ve dostlugun ne demek olduğunu öğren” diye cevap verir. Ertesi gün çocuk pazara gider ve Yumurtacı Alinin tezgahına tekme atarak tezgahı devirir.Kendisine “Ne yapıyorsun oglum. Dur” diyen Aliye de bir tokat atar ve arkasına bakmadan oradan kaçar.Ardından Yumurtacı Ali çocuğa şu şekilde seslenir:

“OĞLUM! BABANA SELAM SÖYLE. BİZ 1000 YUMURTAYA , 1 TOKATA SOĞAN TARLASI BOZMAYIZ”

DOSTLUK O KADAR KOLAY DEĞİL. O KADAR KOLAY KAZANILSAYDI ADI DOSTLUK OLMAZDI. 



Bu hikayeyi dost bildiğim ve vaktiyle en yakınımda yeralmış olan ancak artık benimle tek ortak paydası aynı göğün altında yalamak olan ve  yakınımda yeri olmayan insanlara ithaf ediyorum. ve sormak istiyorum birgün bu yazıyı okursanız şayet;
Ben size ne yaptım da buna reva görüldüm??? Bana reva gördüğünüz hakmıydı???

BUTTERFLY EFFECT(KELEBEK ETKİSİ) FİNAL SAHNESİNDEKİ ŞARKI


Dur Bekle!
Sakın korkma
Değiştiremezsin olup biteni 
Bırak gülüşün parıldasın
Sakın korkma
Kaderin seni sıcak tutar
Çünkü söner zamanla
Bütün yıldızlar
Yalnızca üzülmemeye çalış
Göreceksin bir gün yine
Al neye gerek duyuyorsan
Ve devam et yoluna 
VE durdur yüreğinden dökülen gözyaşlarını
Ayağa kalk.Hadi
Ne korkutuyor seni?
Değiştiremezsin olup biteni... 

ÖĞRENDİM Kİ...



ÖĞRENDİM Kİ... - Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız, Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz gerisini karşı tarafa bırakırsınız .
ÖĞRENDİM Kİ... - Güveni geliştirmek yıllar alıyor yıkmak bir dakika ..
ÖĞRENDİM Kİ... - Hayatında nelere sahip olduğun değil, kiminle olduğun önemli.
ÖĞRENDİM Kİ... - Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanman mümkün, ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek .
ÖĞRENDİM Kİ... - Kendini en iyilerle kıyaslamak değil, kendini en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.
ÖĞRENDİM Kİ... - İnsanların başına ne geldiği değil, o durumda ne yaptıkları önemli.
ÖĞRENDİM Kİ... - Ne kadar küçük dilimlersen dilimle, her işin iki tarafı vardır.
ÖĞRENDİM Kİ... - Olmak istediğin insan olabilmen, çok vakit alıyor.
ÖĞRENDİM Kİ... - Karşılık vermek, düşünmekten çok daha basit.
ÖĞRENDİM Kİ... - Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek, hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.
ÖĞRENDİM Kİ... - Bittim dediğin andan itibaren, pilinin bitmesine daha çok var.
ÖĞRENDİM Kİ... - Sen tepkilerini kontrol edemezsen, tepkilerin hayatını kontrol eder.
ÖĞRENDİM Kİ... - Kahraman dediğimiz insanlar, bir şey yapılması gerektiğinde yapılması gerekeni şartlar ne olursa olsun yapandır.
ÖĞRENDİM Kİ... - Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.
ÖĞRENDİM Kİ... - Bazı insanlar sizi çok seviyor, ama bunu nasıl göstereceklerini bilemiyor.
ÖĞRENDİM Kİ... - Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterirseniz, bazıları hiç karşılık vermiyor.
ÖĞRENDİM Kİ... - Para ucuz bir başarıdır.
ÖĞRENDİM Kİ... - En iyi arkadaşınla sıkıcı an olmaz.
ÖĞRENDİM Kİ... - İki insan aynı şeye bakıp, tamamen farklı şeyler görebilir.
ÖĞRENDİM Kİ... - Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.
ÖĞRENDİM Kİ... - Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar daha uzun yol yürüyor...

21 Nisan 2012 Cumartesi

YORGUN AKŞAMLAR

Gene yorgun, gene durgun ve gene uykusuz akşamlar.
Hayat yordun bizi.
Hayat üzdün bizi. 
Hayat, sana daha ne denilebilir?

18 Nisan 2012 Çarşamba

YENİ BİR BLOG HAKKINDA

Geçen hafta yeni bir blog yapma fikri aklıma geldi nedense. Adını da pişmanlıklar olarak düşündüm. Umarım güzel olur. Yaşanmız pişmanlıklarınızı ve içerisinde yeralan kişi, zaman, mekan olgularını anonim olarak tarafıma mail olarak yollarsanız, belki bu pişmanlıklardan birileri ders çıkarır. En içten şekilde yardımlarınızı bekliyorum. Unutmayalım paylaştıkça sevgi çoğalır sözü yalandır. Paylaştıkça çoğalan tek şey bilgi ve tecrübedir. Saygıyla ve katkıda bulunmanız dileğiyle efendim.





27 Mart 2012 Salı

BİR GARİP DİYARDAYIM...















Ahmet Kaya'dan bir mısradır
Bir Garip Diyardayım...
Diyardayım....
Diyardayım....

Bende biraz öyle hissediyorum bu sıralar sanki. İnsanlar yabancı, herkes yabancı gibi geliyor. En yakın dostlarım, sevdiklerim, arkadaşlarım, dost dediklerim yada öyle zannettiklerim şimdi bana bir bir yabancı geliyor artık. Sanmayın ki bir kazık yedim de birinden ondan böyle akşam akşam yazıyorum çiziyorum dertlerimi bir blogun webdeki sayfalarına. Benimkisi belki de doğuştan gelen bir yalnızlık kimbilebilir ki. En yüksek kahkalarım bile ortalığı çınlatırken kim bilebilir ki belki de o an yalnızlığımın doruklarında için için titreyerek ağlıyorumdur. Kim bilir. Ben bilirim en iyi kendi yalnızlığımı. Sadece ve sadece ben. Çünkü insan yalnız doğar, yalnız büyür ve yalnız ölür. İşte bu sözü her kim söylemişse sanki o kelimelerin arasında beni dillendirmiş diyorum şimdi. Bir internet kafenin vasat ve bir o kadar düz ortamında bir yandan nete giriyor bir yandan yalnızlığımı boğmaya çalışıyorum. Yanlış anlamayın yahu siz de hemen. karı kızdır yada falan fıstıktır derdinde değilim emin olun. Yalnızlığımı netin kalabalığında boğuyorum. Bu sıralar ancak bu işe yarıyor. Bir de dinlediğim müzikler. Ne mi dinliyorum?
Kayhan Kalhor & Ali Bahrami Fard - I Will Not Stand Alone (2012)
sürekli filash beleğimde duruyor ve sürekli dinliyorum. Eleni teyzeden (Eleni Karaindrou) sonra bu da bayağı iyi geliyor.
Neyse bu günlük bu kadar yeter be blog. hadi kal sağlıcakla...


Pardon gitmeden son bir not eklemek istiyorum müsüdeniz olursa bloguma.
Şimdi düşünüyorum da bu blogun bence en güzel yönü ne olacak dedim de az önce kendime.
Mini minnacık kızım büyüdüğünde ve ben gözlerimi bu dünyaya kapamadan önce bu blogu(şayet o zamana kadar kalırsa) kızıma göstereceğim.
Babasının heyecanlarını, mutluluklarını ve de mutsuzluklarını ama en çok da hiç bitmeyen o derin, kopkoyu, dipsiz ve bir o kadar garip yalnızlığını....

21 Mart 2012 Çarşamba

YA SUFİ























Ya Sufi!
Ben kendimi unuttum. başka kimseyi nerede bulayım?
Ya Sufi!
Ben gaflette boğulmuşum. başka kimseyi nasıl kurtarayım?
Ya Sufi!
Ben kendi nefsimin çukurunda kaybolmuşum. başka kimseyi nasıl bulayım?
Ya Sufi!
Ben kendi günah denizimde boğulmuşum. başka kimseyi nasıl bu bataktan çıkarayım?
Ya Sufi!
Ben o kadar yol gittim derken bir de bakmışım ki başladığım yerdeymişim meğer başka kimseye nasıl yol göstereyim?
Ya Sufi!
Ben aşkın denizinde yönümü kaybetmişim. başka kimseye nasıl yol göstereyim?
Ya Sufi!
Ben bir gafletteyim. Ne batarım ne çıkarım. başka kime ne diyeyim?
Ya Sufi!
Ben arafta gezen bir garip deliyim. Başka kimseye nasıl akıl vereyim?
Ya Sufi!
Ben dünyalıkta boğulmuş bir faniyim. Başka kimseye ahireti nasıl göstereyim?
Ya Sufi!
Ben benlikten geçmiş bir faniyim. başka kimseye bakiyi nasıl tarif edeyim?

Ben Yunus-u biçareyim. Aşk elinden avareyim.

DERDİM VARDIR İNİLERİM YA SUFİ!...

12 Şubat 2012 Pazar

HZ.MEVLANA'DAN...

FOR A FEW DOLLARS MORE

Geçen hafta perşembe gecesi CNBC-E kanalında bu film vardı. Hemde original hali yayınlandı. bu tarz spagetti western tarzının ve de ayrıca Clint Eastwood ve Lee Van Cleef hayranı olmam münasebetiyle ekran karşısına kuruldum. bir çok kereler izlememe rağmen her defasında bu filmlere dair farklı ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Ki bu bahsi geçen filmi çocukluğumdan beri yaklaşık 15-20 defa izlemişliğim vardır. Bu sefer filmdeki haydutun gaspettiği köstekli saatten çalan melodi ayrıca dikkati çekti. İngilizce "carillon" denilen bir adı var. Garip bir hüzün verdi gece gece. Dinlemenizi tavsiye ederim. Ha unutmadan sadece o melodi değil filmin soundtracki baştan başa harika. Çünkü Ennio Morricone imzası taşıyor. Zevkle dinlemeniz temennisiyle efendim...

NEDENDİR BİLİNMEZ....

Uzun zaman olmuş be blog. sana uğramayalı.
Zannetme ki söylenecek söz kalmadı. Herşey bitti birdenbire.
Söylenecek ve yaşanacak bir o kadar dolu dolu şey var ama bir bilsen kelimelere dökmek belki de en zor olanı.

Hayat tüm hızıyla akıp giderken bir tek şey istedim Allah'tan. Sadece bol bol kar. Hepsi bu. Akıp giden bu hıza ayak uyduramıyorum çünkü. Başım dönüyor bu dünya denen çöplükten belki de bu hızından dolayı. Birazcık kar olursa hayat belki yavaşlar da insanlar normal seyrine döner diye düşünmüştüm.

Çünkü dünya değilde esasen insanlar savaşlar, ölümler, şiddet, cinayetler , cinsel istismarlar vs gibi şeylerde baş döndüren bir hızla ilerliyor. ve nedendir bilinmez kamuoyu da artık sanırım bu duruma çok alıştı ki herşey çok normal karşılanıyor.

Ama her nedense hala benim midem kabul etmiyor 5 yaşındaki bir çocuğa yapılan cinsel istismarı. Ve bunun ötesinde yaşadıklarını. Ve buna benzer onlarca belki de yüzlerce olayın her gün yaşanıyor olması.
Kimbilir belki de duyarlı her insan gibi son çırpınışları yapıyorum vicdana karşı. Lütfen bir dur diyelim bu pis gidişatın akış hızına hep birlikte. LÜTFEN...

1 Ocak 2012 Pazar

2012 YILI İLK BLOG KAYDIM

Ve klasik bir giriş olacak ama koskoca bir yıl daha bitti. biten yıl mıydı yoksa bizlerden eksilen birer parça mıydı yoksa?
Kimimizden büyük kimimizden küçük birer parça...
Kimisi için 2011 çok anlamlı bir yıldır belki. kimi içinse bir o kadar anlamsız ve bayağı...
Benim için nasıl mı geçti 2011? bir üzgün, biraz neşeli, biraz hüzünlü ama genelde tekdüze bir yıldı. Geldi geçti ve gitti.
Hoşgeldin 2012
Yaşayacağımız acı tatlı bir dolu günle birlikte hoşgeldin dünyamıza...