14 Temmuz 2022 Perşembe

KALBURLA GÜNEŞ TOPLAYAN ADAMIN HİKAYESİ

 


 


 

 


trt'nin fenomen olan gönül dağı dizisinin uzun soluklu ilk filmi olan gönül dağı kurban filminde de işlenmiş olan hikayedir. anlatılagelen şekliyle hikayenin orijinali şu şekilde geçmektedir:


osmanlı’nın bulgaristan’da hakimiyetini sürdürdüğü son dönemler olan 1800’lü yıllarda geçen hikayeye göre; o dönem osmanlı toprağı olan bulgaristan’ın tırnova (tırnovo) şehrinde yaşayan bir aile vardır. dizide geçen kalburla güneş toplayan adamın gerçek hikayesi de işte burada yaşanmıştır.

denen odur ki; mehmet ve fatme, tırnova şehrinin kırsal kesimlerinde çiftçilik yapmakta olan müslüman bir ailedir. evliliklerinin üzerinden 10 yıl geçmiş ama halen çocukları olmamıştır. mehmet ve fatme birbirlerini o kadar çok sevmişlerdir ki, hikayelerde anlatılan aşklar bu ikisi için basit kalabilecek bir seviyededir.

fakat fatme’nin o dönemlerde çaresi olmayan bir hastalığa yakalanması ile bu büyük aşk gölgelenmiş, mehmet ile fatme’nin sevgilerini doya doya yaşamalarına fırsat kalmamıştır.
o bölgede yaşayan herkes neredeyse istisnasız bu hikayeyi dedelerinden ve ninelerinden dinlemişlerdir.

birbirlerini büyük bir aşkla seven mehmet ve fatme’nin imtihanı da çok büyük olmuştur. fatme evliliklerinin onuncu yılında yakalandığı hastalığından ötürü iki gözünü de kaybetmiştir.
mehmet onun gözlerini açtırabilmek için her yolu denemiş hatta elinde ne var ne yoksa bu uğurda satarak harcamıştır. gitmediği doktor, çalmadığı şifacı kapısı kalmamıştır, ama olumlu bir sonuç alamamışlardır.

mehmet ise fatme’sini kurtarmak için ellerinde avuçlarında olan her şeyi satar ve o dönem osmanlı’nın başkenti olan istanbul’a büyük hekimlere götürmek için yola revan olurlar. istanbul’un hekimlerinin karısının gözlerini açacağı umuduyla yola çıkarken ise başına geleceklerden habersizdir.

mehmet ve fatme’nin istanbul yolculuğu tam bir yıl sürer. gitmedik doktor, uygulanmadık şifacı ilacı bırakmazlar. ellerinde avuçlarında olanı tüketince de gerisin geriye memleketleri tırnova’ya dönmeye karar verirler.

o dönem şartlarında yolculuk yapmak hiç kolay değildir. istanbul tırnova arası yaklaşık 500 km’dir. yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise fatme’nin rahatsızlığı iyice artar ve artık onun için yaşadığı sancılar dayanılmaz hal almaya başlamıştır.

fatme yolculuğun sonuna doğru çok sevdiği eşi mehmet’in kolları arasında hayata gözlerini yumar. o an her şeyini kaybeden mehmet ise eşine tekrar güneşi gösteremediği, o güzel gözlerine bakamadığı için suçlu hisseder kendisini.

mehmet ve fatme’nin beraber yolculuk yaptığı kafile, tırnova’ya yakın bir yerde mola verir mecburen. vefat eden fatme’yi defin ederler oraya. yıkanır, kefenlenir ve bir kabre konulur. aslında fatme ile beraber mehmet’ de o kabre konulmuştur. ölmeden mezara girmiştir artık mehmet de.

kafile tüm uğraşlara rağmen mehmet’i kabrin başından ayırmayı başaramazlar. mehmet’i kabrin başında bırakıp yollarına devam etmek zorunda kalırlar.

mehmet ise eşi fatme’nin kabrinin yanına bir kabir daha kazar ve o kabirde yatmaya başlar. eşinin ebedi aleme göçüşünden sonra onun için artık hayatın bir anlamı kalmamıştır. bir süre sonra taşlardan ve ağaç parçalarından bir baraka yapar ve orada yaşamaya başlar.

işte diziye de konu olan bölüm bundan sonra başlar.

bir gün bir yolcu grubu şehre uğrar. uzaklardan gelen bu yolcu grubu yolda gördükleri bir olayı anlattıklarında kimse buna inanamaz.

yolcu grubunun anlattığı adam, hasta karısı ile birlikte yıllar önce şehirden ayrılan mehmet’tir. şehirden hemen birkaç atlı tarif edilen yere varırlar. gittiklerinde de gerçekten o adamın mehmet olduğunu görürler ve uzaktan onu izlemeye başlarlar.

adam elinde bir kalburla yıkık dökük bir kulübeye güneş taşımaya çalışmaktadır. adamı kısa bir süre izleyenler sonrasında yanına giderler, ama adam hiç birisini tanımaz. adam için her şey silinmiştir, zaman donmuştur. kulübenin içine baktıklarında biri dolu diğeri boş iki kabir görürler. boş olanı kendisi için hazırladığı her halinden bellidir.

şehre dönmek için ikna etmeye çalışsalar da, mehmet dönmeyi kabul etmez. “tuttum seni, attım içeri, tuttum seni attım içeri…” sözünden başka bir şey söylemez. gelenlere göre adam aklını yitirmiştir. ama adamın tüm dünya hırkalarını çıkarıp derviş olduğunu kimse düşünmez.

kalburla güneş toplayan bu meczup adamın köylüleri elleri boş geri dönerler, ancak aralarında da karar verirler. her hafta bir kişi bu adama azık götürecektir. bu sayede her hafta adama bir kişi yemek götürmeye başlar.

adam azığı getiren herkese tek bir soru sorar.
”bu azığı kim gönderdi?”
karşısında ki kişi, azığı getiren bir isim yani ali, ahmet gibi isimler söylerse bu azığı kabul etmez geri gönderir.

bir gün kalburla güneş toplayan adamın azığını, köyün imamı götürmeye karar verir ve o gün adamla alakalı tüm gerçeklik ortaya çıkar.

imam efendi adamın yanına vardığında adam yine kalburla güneş toplamaktadır, ‘tuttum seni attım içeri’ diye diye. selam verir ve azık getirdiğini söyler.

meczup adam diğerlerine sorduğu soruyu bu sefer imama sorar ve “bu azığı kim gönderdi?” der.

imam efendi “allah! senin, benim dahi her şeyin sahibi olan allah gönderdi” der.

adam anca şimdi kabul eder azığı. imam da şehre döndüğünde yaşadıklarını tüm ahaliye olduğu gibi anlatır. adama bir daha gideceklerin de vermesi gereken cevap ise artık bellidir. ama insanların gözünde artık o bir deli değil velidir.

bir süre bu şekilde devam eder ve şehirden her hafta bir kişi meczup adama azık götürür. sıra yine imama geldiğinde imam azığını alır ve yola koyulur. kulübeye geldiğinde ise kalburla güneş toplayan adam kulübenin önünde yoktur.

çevreye bakar ve dervişi arasa da bulamaz ve kulübeye girer. hani kulübenin içinde biri boş diğeri dolu iki kabir vardı ya artı o boş kabir de dolmuştur. derviş ruhunu hakka teslim etmiş, çok sevdiğine kavuşmuştur.

aşk nedir deseler, adanmışlık nedir deseler söylenecek ve örnek verilebilecek hikayelerden birisi de budur.
aşk için ölmeli,
aşk, o zaman aşk...









TESADÜFİ BİR YAZI

Sıkkın ve rüzgarın yıllık izne çıktığı bir yaz akşamında, internette öylesine sörf yaparken denk geldiğim bir yazıyı paylaşmak istedim. Yazı, sanırım sandaletli seyyah internet sitesinin hakkımda bölümünde yer alıyor. Net, çarpıcı ve bir o kadar yalın bir şekilde hayatı çok güzel özetlemiş. 

"Hayat sanki bir deniz, biz de suyun üzerinde ilerliyoruz. İlk zamanlarda, çocuklukta falan, deniz çok dalgalı, sen ise sanki ufak bir salın üzerinde çırpınıyor, bir an önce hızlı hızlı gitmek istiyor, ancak pek fazla yol alamıyorsun. Zaman geçtikçe teknen büyüyor, kalitesi ve hızı artıyor, ancak senin hızlı gitme isteğin git gide azalıyor.Yavaş yavaş tadını çıkararak gitmek, etrafı seyretmek istiyorsun. Ancak çocuklukta hızlı gitmek ne kadar zorsa, yaşlandıkça yavaşlamak da o denli zorlaşıyor. Bütün motorlarını istop etsen bile artık kocaman bir gemi olmuş olan aracın çarşaf gibi denizin üzerinde hızla ve sessizce kayıyor. Sen ise güverteden geminin pruvasının yardığı suların iki yana doğru açılarak uzaklaşmasını ve ufukta beliren karşı kıyının hızla yaklaşmasını hüzünle izliyorsun."