27 Ocak 2018 Cumartesi

UNUTULMAYAN KIŞ HATIRALARI

yıl sanırım 1984-1986 civarları.
yer kayseri develi ilçesi otobüs firma yazıhanesi.
gecenin bir yarısı, sanırım 23 civarı otobüsten indik. resmen kemikleşmiş bir soğuk, sanki beklenmedik anda yenilen tokat gibi yüzüme çarpıyordu. otobüsten çantaları çıkarıp hemen yazıhaneye girdik ama o belki bir iki dakikalık zaman diliminde sanki antarktika'ya gidip gelmiş kadar olmuştum. yazıhanenin ortasında gürül gürül yanan sobanın sıcağı, daha kapıda olmama rağmen sanki seksi bir güzel gibi yanaklarımı okşuyordu. henüz küçüktüm. ilkokul çağları. bilemediniz 15-20 metrekarelik sigara dumanına boğulmuş bir firma yazıhanesi. gürül gürül yanan sobaya inat, camları bir o kadar şiddetli buz tutmuştu. o saatte otobüsten inipte bizim gibi karşılayacak kimsesi olmayan birkaç adam, firma yetkilisi ve biz soba başını çevrelemiştik. ilk bir kaç dakikadan sonra, sobaya dönük olan yüz tarafımın sıcacık olduğunu ve arka tarafımın ise buz kestiğini hissediyordum. biz otobüsten inerken sibiryavari bir kar fırtınası tüm şiddeti ile devam ediyordu zaten. göz gözü görmüyordu. bagajları çıkarıp yazıhaneye girmemiz iki dakika bile sürmemişken, o iki dakika kar fırtınasında yediğim ayazdan dolayı belki yarım saat soba başında zor ısınmıştım. hala sırtım üşüyordu. sokaklarda tek tük cansız yanan sokak lambalarından başka birşey görülmüyordu. tipi şeklinde devam eden ve gittikçe şiddeti artan o kar fırtınasında bir şey görmek de pek imkan dahilinde değildi. mecburen soba başında sabahı bekleyecektik. kaşığın çay bardağına düştüğü o şangırtılı sesi duydukça içimde tuhaf bir rahatlama peyda oluyordu. bugün bile o sesi her duyuşumda içim bir tuhaf olur. çay kaşığının bardağa konulurken çıkardığı ses. belli belirsiz bir rahatlama, derin bir hüzün, yalnızlık, kasvet vb duygular dolar içim; o sesi her duyduğumda. çaylar gelip gidiyordu ince belli bardaklarda. öte yandan sigaraların biri yanıp diğeri sönüyordu. sanki tüm dünya ölmüş, kurtulanlar sadece o yazıhanede soba başında bekleyen bizlerdik. o derece bir sessizlik, bir kasvet hâli. bu sessizliğe eşlik eden şeylerse; pencerelerden üfleyen fırtınanın ürkütücü sesi, çay kaşığı, gürül gürül yanan sobanın sesleriydi. hepsi birlikte garip bir ahenk tutturmuş gidiyorlardı. pencereden ıslık çalan fırtına sanki sobaya meydan okuyordu. gürül gürül yanmaktan kimi yerleri kor haline gelmiş soba, sanki bu meydan okumayı duyuyor, buna karşılık verircesine şiddetini daha bir arttırıyordu. kimi zaman bu seslerin düello yaptığı yazıhanede, kimi zamanda sohbetler birbirini izliyordu. eski zamanlarda şaman rahiplerinin kendi aralarındaki ayinler gibi bazen sessiz bazen şiddetli sohbetler devam ediyordu. bazen de söz tükeniyor, herkes fırtınayla sobanın kavgasına dikkat kesiliyordu. zaman durmuş gibiydi sanki. yolculuğun verdiği yorgunlukla uyur uyanık bir halde bu durumlara şahit oluyordum. soba, sanki ruhumu ele geçirmiş bir şeytan gibi kendine esir etmişti beni. gözlerim kapanmakla kapanmamak arasında kararsız halde, o eski kahvehane sandalyeleri üzerinde uykuya direnmeye çalışıyordum. uzunca bir süre sessizlikte sonra etrafıma baktığımda bir iki kişi hariç herkesin sandalye üzerinde, başları yere eğik, sobaya doğru pozisyon almış halde şekerleme yaptığını görüyordum. uyanık kalan o birkaç kişi eski zaman hikayeleri anlatıyorlardı. eski zamanlardaki kışlarla şimdiki fırtınayı kıyaslıyorlardı. o zamanlar bana komik ve abartı geliyordu, belki de yaşım itibarı ile. eskiden o köylerde öyle kışlar olurmuş ki insanlar ilçeden köye geldiklerini köy camisinin minaresinin kar üstünde kalan bölümünü görünce anlarlarmış. nitekim bu hikayeyi, babam da dahil birçok kişinin farklı zamanlardaki doğrulamasından anlıyorum ki eskiden gerçekten öyle şiddetli kışlar yaşanırmış. bir zamanlar erzak ve ihtiyaçları için ilçeye eşek üzerinde gelen rahmetli babam ve amcam, erzakları eşeğe yükleyip tekrar köye doğru yola çıkmışlar. akşam hava kararmadan çıkmışlar yola çünkü yollar tekinsiz, kar adam boyu desem belki hafif kalır. yol boyunca belki kaç kere eşek, sırtındaki yükün de etkisi ile kara gömülmüş. etraflarını kurtların sardığı zamanlar çok olmuş. zifiri karanlık. görünen tek şey kurtların göz bebekleri. bir de ağızdaki birinci sigarasının alevini bastıran eldeki meşaleler. kurtlar bile alışmış meşale ateşine. korkmuyorlarmış o kadar. belki açlığın verdiği korkusuzluk belki de sürekli gelip geçen köylülerde görmenin verdiği aşinalık. kim bilir. ama öte yandan sigara ateşinden ne hikmetse korkarlarmış. hatta bir keresinde rahmetli babam kurtlar yaklaşmasın diyerek iki üç sigara birden içe içe yürümüş o sert kışlarda. yola çıkarken birinci sigaramı hep alırdım der bu nedenleymiş demekki. tekrar yazıhaneye geri dönelim. soba durgunlaştıkça koca koca kütükler atılıyordu. o kocaman kütük bilemedin 10 dakikaya kül oluyordu canavar sobanın içinde. fırtına öyle çetin devam ediyordu. bir ara uzun sayılabilecek bir sessizlik oldu. arkasından sessizliği bozan şeyle hepimiz irkilmistik. sanki yazıhanenin birkaç metre ilerisinden geliyordu sesler. kurt ulumaları. bir iki değil sayıca çok fazla olduğunu anlamıştık. arka arkaya ve korkunç uluma sesleri. korkuyordum veya herkes korkuyordu. bilemiyorum. ama o filmlerdeki kurt ulumaları bunun yanında komik kalırdı. bir iki kişi pencerelerden dışarıya bakıyor, birşeyler görmeye çabalıyordu. silüet halinde kurtların geçişini görmüştük. belki ilk defa şahit olduğumdan, çok korkuyordum. ışıkları kapattık. sobanın kör rengi kalmıştı sadece. herkes susmuş, pür dikkat bekliyorduk. o esnada karanlığın ortasında bir araba farı belirdi. cansız bir şekilde yanıyor, aracın ağır şekilde ilerlediğini farkedebiliyorduk. biraz sonra araç yön değiştirdi. arka arkaya silah sesleri fırtınayı bölüyordu. her iki üç silah sesinden sonra gelen bir iyyykkk iyyyykk sesinden birilerinin kurt avladığını anlayınca biraz olsun içimiz rahatlatmıştı. aradan beş dakika kadar zaman geçti sanırım. o cansız farlar tekrar çıktı ortaya. yazıhanenin yanında durdu. içeriye üç polis girdiler. ikisi kardan perişan olmuş haldeydi. ellerinde browning tabancaları ile sobaya yaklaştılar selam vererek. içeriyi keşif bir barut kokusu sarmıştı. hemen ne olduğu (az buçuk tahmin edilse de) soruldu polislere. gece devriyesine çıkmışlar. kurt seslerini duyunca bu tarafa gelmeye başlamışlar. normalde her kış kurt iner buraya şaşırmayız diyorlardı. ama bu kış, durum farklıymış. belki 20-30 yada daha fazla sayıda bir kurt sürüsü inmiş ilçe merkezine. çoğunu arabayla takip edip öldürmüşler ama mermi bitince geri dönmüşler. zaten polis aracında çok bir yakıtları da kalmamış. allah'tan aklımıza yazıhane geldi de buraya geldik. yoksa arabada donardık sabaha kadar dediler. hemen yeni çaylar konuldu. sohbete polisler de müdahil oldular. bense sandalyemde film gibi olan biteni izlemeye koyulmuştum. zamanın durduğu o kış gecesinde işte böyle sabah olmuştu. sabahın olduğunu hatırlamıyorum da en son hatırladığım rahmetlinin omzuna yaslanıp uykuya dalmamdı. gördüğüm göreceğim en sert kış günü sanırım o gündü. zamanın durduğu bir gecede yaşanan amansız bir fırtınanın bıraktığı grileşmiş hatıralar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder