8 Eylül 2017 Cuma

OYUN HAVASI MİSKETİN HİKAYESİ

Misket, ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı. Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe...
Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu,burma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, ''misket'' diyor Huriye'ye.
Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor. Babası, ''Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister. Annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir.
Huriye, akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye. Osman Efe, çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir, ''Kendini sever, sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz'' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sararım'' diye...
Kır Ağa, ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe Kır Ağa'ya, Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar.
Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun'' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın.
Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. Daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık. Gözleri Osman'ın arıyor, göremiyor. Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor.
Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor. Osman Efe, sığmıyor oralara. Kadınlar kızlar perişan. Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor.

Şarkı Sözleri

Güvercin uçuverdi
Kanadın açıverdi
Elin oğlu değil mi
Sevdi de kaçıverdi
A benim aslan yarim
Duvara yaslan yarim
Duvar cefa götürmez
Sineme yaslan yarim
Güvercinim uyur mu
Çağırsam uyanır mı
Yar orada ben burda
Buna can dayanır mı
A benim hacı yarim
Başımın tacı yarim
Eller bana acımaz
Sen bari acı yarim
Caminin müezzini yok
İçinin düzeni yok
Çok memleketler gezdim
Misget'ten güzeli yok
Daracık daracık sokaklar
Misget şeker topaklar
Pul pul olsun dökülsün
Seni öpen dudaklar
Caminin ezan vakti
İçinin düzen vakti
Ben Misget'i yitirdim
Sonbahar gazel vakti
Gökte yıldız sayılmaz
Çiğ yumurta soyulmaz
Üçer avrat almayan
Hiç erkekten sayılmaz

OLANLAR OLMUŞ

Okuduğum zaman beni içten içe derinden derine hüzne boğan bu parçanın bir hayat içerisinde nasıl yer bulduğunu gösteren hikaye. ekşi sözlük sitesinden alıntıdır. 
https://eksisozluk.com/olanlar-olmus--263701


yıllar evvel, zemheri bir kış günü, ölüm meleklerinden başka kimse yok istanbul sokaklarında, serçelerin sıcak bir yer bulmuş olması umuduyla, çöpü karıştıran kedilerin ufak bir ekmek parçası bulduğu sevinciyle, evin kapısını açtım, evde cenaze sessizliği, eve ölü adam kokusu sinmiş. bir kaç gün önce " artık yapamıyoruz, boşanmak istiyorum " diyen eşim, evi terk etmiş. o eşyalarını alıp evi terk ettikten sonra ağzını bıçak açmamış ve hiçbir duygusunu hissetmeyen ben, kimseye bir şey anlatmadan günlerini geçiren ben.

evin ışıklarını açmadan salona geçtim, bilgisayarı açtım ve playlist'e sadece olanlar olmuş'u alıp, replay tuşuna bastım. o gece ilhan irem iki saat boyunca aynı şarkıyı durmadan söyledi ve ben hiç bir duygumu hissetmeden, pencereden karın yağışını seyrettim, bir kaç köpek geçti, hiç araba girmedi sokağa, kar yavaş yavaş tipiye vurdu ve neon lambalarının ışıklarını sarmaya başladı.

şarkının girişinde çalan ud, sanki uzun yıllardan beri bende başlamış olan hissizliği kırmak istercesine vuruyordu şakaklarıma, her bir notada eski bir aşk, eski bir baba, eski bir anne, eski bir çocuk karışıyordu odanın karanlık köşelerine, hiçbirini yakalayamıyordum, gözlerimi fal taşı gibi açmış, dışarı yağan karı ve odaya yağan anıları hesaplamaya çalışıyordum, hızlanmaya başlayan tipi camı titretiyor, kafamda hızlanmaya başlayan anılar gözlerimi titretiyordu ama ağlamıyordum, gözyaşı denizimi çoktan kurutmuştum. ve ben hiç bir şey hissetmeden ilhan irem'in giderken bıraktığım demesini bekliyordum.

ud solo bittikten sonra, ilhan irem'in giderken dediği bölümde bir eko vardır ve giderken kelimesi şöyle bir hal alır;

giderken erken ken en...

ve anlıyordum, ben hiç gitmemiştim, kimseden gidememiştim, kendimden gidememiştim, hep erkendim...

kalan hep bendim, hep kaldım bir yerlerde, bir anıda, bir anda, bir dokunuşta, bir bakışta kaldım.

el salladım hep, git dedim, kal demedim, dur demedim.

o gece, o zemheri kış gecesi, şarkıyı kapattım, arabaya bindim, cd'de olanlar olmuş replay tuşuna bastım ve memlekete doğru yola çıktım, her kilometrede kendime yaklaşmaya çalıştım, ve her kilometrede ilhan irem giderken erken ken en.. diyordu, hiç bir şey hissetmeden aslında kalarak gidiyordum, karayollarının yolları tuzlayan emekçilerinin yolları açtığını görüyordum, ama benim yollarımı açacak tuz yoktu, gözyaşı denizimin tuzunu çoktan gömmüştüm. bir yol üstü kamyoncu lokantasında, çorba içtim, dışarı çıktım bir sigara yaktım, sabaha karşı bütün kamyoncular, kamyonlarının arkasında uyurken, biryelere bir şeyler taşımak için dinlenirken, ben kendimi taşıyamıyordum, ölmüş hislerimin cenazesini memleketime taşıyamıyordum, kimi götürüyordum? eski bir aşkı, eski bir babayı, eski bir anneyi, eski bir çocuğu taşıyordum...

sabaha karşı memleketimin dağları göründü ve ilhan irem belki de bininci kez tekrar başlıyordu;

giderken bıraktığım 
asmalar üzüm olmuş 
yerlerde bütün kollar 
bütün bağlar bozulmuş 
ben mi geç kaldım? 
yoksa mevsimler mi soğumuş? 
görmeyeli buralara 
olanlar olmuş...

giderken bıraktığım 
gökyüzü toprak olmuş 
yıldızlar çakıl taşı 
güneş bir yaprak olmuş 
ben mi yaşlandım? 
yoksa dünya mı alt-üst olmuş? 
görmeyeli buralara 
olanlar olmuş...

kalsaydın 
yokluğunla yok olmazdı 
bu şehir 
kaçmakla mutluluklar 
bulunmuyor bunu bil. 
yaprak kıpırdamıyor 
yüreğim öyle susmuş 
sana bana sevgimize 
olanlar olmuş... 

giderken bıraktığım 
gülüşler bakış olmuş 
kahkahalar buralarda 
özlenen yakış olmuş 
ben mi gülmüyorum tanrım? 
insanlar mı somurtmuş 
görmeyeli buralara 
olanlar olmuş...

sabah ezanı okunurken şehre girdim, gri bir fırtına esip yalıyordu sokakları, serçeler ekmek bulmuştur, köpekler sıcak bir yerde uyuyordur umuduyla, evin kapısını tıklattım, içeriden sabah namazını yeni kılmış annemin sesini duydum;

- kim o?

- ben.

annem şaşırmış bir vaziyette bana sarıldı, soğuk salona geçtik, ve hiç duraksamadan sordu;

- ne oldu oğlum?

olanlar olmuş anne , olanlar olmuş...

annem çok ağladı, ben hiç ağlamadım. eski bir aşkla, eski bir babayla, eski bir anneyle, eski bir çocukla hiçbir şey hissetmeden, orada kaldım.

olan olur.