28 Eylül 2012 Cuma

ATATÜRK VE HALİL AĞA


 HALİL AĞA GERÇEĞİ

"Gel yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten..."

Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı.
"Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım..."

Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan
sonunda Florya Köşkü ' nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten
kaçtılar.

Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu
akşamı  sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye
takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları
yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep
vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.

İndiler. Köylüye seslendi:

"Kolay gelsin Ağa!.."

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

"Kolay gelsin"

"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?" Köylü isteksiz
konuştu:

"Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı
bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."

"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün
yok  mu senin?"

"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."

"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı?"

Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin..."

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini.... Onun
işi  bu değil mi?"

Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın
tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:

"Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük.
Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"

Atatürk sordu:

"Adın ne senin Ağa?"

"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."

"Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."

"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa' ya çıkmış."

"Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime
göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun.
Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa
var  bilir misin?"

"Bilmez olur muyum, beyim?"

"Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü' ne
iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."

"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.

Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya...Tutalım
ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler
ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..."

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.

"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi

"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."

Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.

"Sen ne diyorsun bey?" dedi.

"Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü
gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını
kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten
yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına
gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün
omuzuna elini koyarak,

"Senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.

"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!.."

Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.

"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez.
Fakat bu, Devlet Baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket
etti.  Atatürk' ün canı sıkılmıştı.

"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.." dedi. Dönüş yolunda
Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder
vardı.

"Yahu çocuk, şu Halil Ağa' nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple
çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu
millet!.."

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:

"Şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini
telefonla bulacaksın!..

Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile
İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver." Yaver odadan çıktı.. Atatürk,
Nuri Conker' e döndü:

"Şimdi sen de arabayla çIkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim
olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana
öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir
buraya."

O akşam Atatürk' ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ' dan oluşan yirmi beş
konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.

"Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağynabir şeyler söyledi.

Atatürk "Buyursun!" dedi.

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında
oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce,
şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağ çözülmüştü. Atatürk onu görünce
ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son
konuğunu,

"Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki
konuklarına tanıttı:

"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.

Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de
yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'
le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında öküz, bir yanında
merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl
kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle
dedi:

" Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben
sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini
olduğu  gibi tekrarlayacak."

Halil Ağa' ya döndü:

"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin
açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra
sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada
sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen
tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok
mu  senin?" Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi:

"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."

Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan
konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:

"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu
değil mi?" Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa' nın ancak iki metre ötesinden
kendisine bakıyordu. Nasıl desin? 

Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı: 

"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi
duyurabilir miyiz ki..." "Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi,
dosdoğru..."

"Böyle demedik mi beyim?.."

"Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri' ye. Nuri,böyle mi
dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!.."

"Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali
neden duymazmış?.. Aynen bana söylediğin gibi söyle." Halil Ağa
kekeleyerek  konuştu:

"Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır, paşam" dedi.
"Kusura  kalma gayri..."

Atatürk gülmeye başladı:

"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık
sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

"Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağırı' diye bir laf kaçırmışım..."

Sofrada gülüşmeler başlamıştı.

"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse,
hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de
şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde
bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da Şanlı paşamıza öküzümüzü mü
yanacağız!.."

Atatürk' ün sesi iyice sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. 
Ne dediysen,  tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:

"Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya..."

"Yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?"

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine
getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne,
anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir,
halimi dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk' ün
gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa
Atatürk' ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin,
yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını
kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'
nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk
konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla
üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu
anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan,
ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler
diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar, İsviçre' den mi olur, İtalya' dan mı olur, Fransa' dan mı,
velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe' ye çevirtirler, sonra
basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi' ne... Bu Millet Meclisi
dediğim, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara
gelir.

Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca
zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir
kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın
öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda
öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim
zorlaşırmıs, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar,
işitirim, tasalanırım ! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen
benim  yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

Halil Ağa' nın dili çözülmüştü:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir...

Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam?.. İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!.."

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini
Halil Ağa' ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık
düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline
verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış , gözleri
parlıyordu.  Ellerini dizlerinin üzerine koyarak

Atatürk'e döndü:

"Yunan' ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi
bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez
ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca
tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün
ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de
başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin
ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker' e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce
Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri
çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle
davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu
adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk' ten ayıramıyordu:

"Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya
da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü
satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa,
memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer
yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak
lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay
İstanbul'da geçiyor.  Bunun Van' ı var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi
var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!.."

Derleyen: Hanri Benazus - Bütün Dünya

Kaynak: İsmet Bozdağ' ın "Atatürk' ün Sofrası"