29 Aralık 2011 Perşembe

VECİHİ HÜRKUŞ

(1896 – 16.07.1969)

Vecihi Hürkuş, 18 Ocak 1896 Cumartesi günü (06 Kanunusani 1311) İstanbul'da (Dersaadet) doğdu. Babası İstanbullu bir aileden Gümrük Müfettişi Ali Feham Bey, annesi Vidin'de doğmuş, üç yaşında İstanbul'a gelmiş Zeliha Niyir Hanım'dır. Üç yaşında iken babası ölmüş. Çok genç yaşta dul kalan annesi ile geniş bir ailenin içinde amcalar, halalar, enişteler, yengeler, ağabeyler ve ablalar ile birlikte büyümüştür.

Bir süre sonra Harbiye'de eskrim ve resim hocası olan amcası Ahmed Şekür Bey'in yanına sığınmışlar, sonra da annesi ve kardeşleriyle Üsküdar'a yerleşmişler. Üç kardeşin ortancası olan Vecihi çok canlı ve hareketli bir çocuktu. İlkokulu Bebek'te okudu, Üsküdar'da Füyuzati Osmaniye Rüştiye'sinde ve Üsküdar Paşakapısı İdadi'sinde okudu, sanata olan ilgisinden Tophane Sanat Okulu'na geçti ve bu mektebi bitirdi.

1912'de Balkan Harbi'ne eniştesi Kurmay Albay Kemal Bey'in yanında gönüllü olarak katıldı. Edirne'ye giren kuvvetler içinde yer aldı. Balkan Harbi sonunda İstanbul Ordu Kumandanlığı tarafından Beykoz Serviburun'daki esir kampına kumandan oldu.

Tayyareci olmak istiyordu. Yaşı küçük olduğundan makinist mektebine aldılar. Tayyare Makinist Mektebi'nden Küçük Zabit (Gedikli/Astsubay) olarak mezun oldu. Makinist olarak Birinci Dünya Savaşı'nda Bağdat cephesine gönderildi. Orada 2 Şubat 1916 tarihinde bir uçak kazasında yaralanarak İstanbul'a döndü.

Yeşilköy'deki Tayyare Mektebi'ne girerek tayyareci oldu. Pilot olarak ilk uçuşu 21 Mayıs 1916 tarihindedir. 15 Kasım 1916 tarihinde tayyarecilik tahsilini bitirerek pilot diplomasını aldı.

1917 sonbaharında Kafkas Cephesi'ne, 7. Tayyare Bölüğü'ne atandı. Orada bir Rus uçağı düşürerek Kafkas Cephesi'nde uçak düşüren ilk tayyareci oldu.

8 Ekim 1917 günü bir hava savaşında yaralanarak düşünce, Rus'lara esir olmadan önce uçağını teslim etmemek için yaktı. Esir olarak Hazar Denizi'ndeki Nargin Adası'na gönderildi. Azeri Türklerinin yardımı ile adadan yüzerek kaçtı. Nargin Adası’nın karşısındaki Bakü, Rus işgali altında olduğundan, savaşa katılmayan İran’da karaya çıktılar. Birlikte kaçtığı istihkâm Teğmeni Salih Bey ile 2,5 ayda yaya olarak Süleymaniye üzerinden Musul’a geldiler.

İstanbul'a geldiğinde savaşın sonları idi. Başkent İstanbul Hava Müdafaa Bölüğü'ne tayin oldu. Vecihi Bey İstanbul hava müdafaasına katıldı. İstanbul işgal edilince esaretten dönen askerlerin arasında gizlice Harem'den kalkan bir gemiyle Mudanya'ya, oradan Bursa ve Eskişehir üzerinden Konya’ya giderek Kurtuluş Savaşı'na katılmıştır. Kurtuluş Savaşı'nda Vecihi Hürkuş, “Sivil Pilot”tur.

Kurtuluş Savaşı'nın ilk ve son uçuşunu yapan, İzmir / Seydiköy Hava Meydanını işgal eden tayyareci olmuş, TBMM'den üç defa takdirname alarak kırmızı şeritli İstiklal Madalyası kazanmıştır.

Kurtuluş Savaşı içinde Akşehir'de Jandarma Komutanı Ratıp Bey'in kızı Hadiye Hanım'la evlendi. İzmir'de Gönül, İstanbul'a döndüklerinde de Sevim isimli iki kızı olmuştur.

Savaş sonrası İzmir'de Seydiköy'de açılan tayyare okulunda yeni tayyarecileri eğitime başlamış, tam o sırada 1923 yılı başlarında İzmit mıntıkası Tayyare bölüğüne atanmış. Üç ay sonra İzmir'de Binbaşı Fazıl'ın eğitim uçuşu sırasında düşüp ölmesiyle yeniden İzmir'e çağrılmış, kara ve deniz okulunda öğretmenliğinden başka fen işleri ile de uğraşmış. Savaşta çekilen yoklukların giderilmesi amacıyla havacılığı millileştirme düşünceleri başlamıştı.

Edirne'ye yanlışlıkla inen bir yolcu tayyaresini almaya görevlendirilmiş. Hizmet karşılığı bu uçağa “Vecihi” adının verilmesi, 1919'dan beri uçak projeleri yapan Hürkuş'ta uçak inşa etmek düşüncesini yeniden canlandırmıştır.

Ganimet olarak Yunanlılardan ellerine geçen pek çok motordan yararlanarak projesini hazırlayıp ilk uçağı Vecihi K VI'yı imal etmiştir. Uçağı için uçuş müsaadesi istemiş, uçabilirlik sertifikası için bir teknik heyet oluşturulmuş, ancak teknik heyetin içerisinde tayyareyi uçuracak ve kontrol edecek personel bulunmadığından gecikmiştir. Sonunda teknik heyetten birinin "Vecihi, biz sana bu lisansı veremeyiz, uçağına güveniyorsan atla, uç, bizi de kurtar" sözü üzerine Hürkuş, 28 Ocak 1925'de uçağı Vecihi K VI ile ilk uçuşunu yapar.

İzin almadan uçtuğu için cezalandırılınca, istifa ederek hava kuvvetlerinden ayrılıp Ankara'ya gider ve kurulmakta olan Türk Tayyare Cemiyeti'ne (T.T.C.) katılır. T.T.C. Fen şubesini organize etmekle görevlendirilir. Gazi Mustafa Kemal'in "İstikbal göklerdedir..." yönermesiyle havacı bir kuşak yetiştirmek için kurulan Türk Tayyare Cemiyeti, halkın bağışları ile yaşayan bir kuruluş olacaktı. Bunun için bir okul açmak, milli bir hava sanayi kurmak amacındaydı. Hürkuş, yaptığı uçağını geri alıp, T.T.C.'nin bağış toplama faaliyetlerinde kullanarak halka havacılık sevgisini aşılamak istiyordu ama uçağını geri almayı başaramadı.

Bağış toplamak için bir madalya tüzüğü hazırlandı. Bağışa göre bronz, gümüş, altın ve elmaslı madalya verilecek, 10.000 TL bağışlayanın adı da alınacak uçağa ad olarak verilecekti. Türk Tayyare Cemiyetine ilk yardım Ceyhan ilçesinden gelmiş, 10.000 TL telgrafla bağışlanmış, alınan ilk uçağa da Ceyhan adı verilmiştir.

Hürkuş'un uçakla yurtiçi bağış gezileri de bu uçakla başlamıştır.

Bu arada Avrupa havacılığının incelemek için bir heyetle Hürkuş, ikinci kez Avrupa'ya gider. Almanya'da Junkers ve Rohrbach uçak fabrikalarını ziyaret ederler. Bu fabrikalar Türkiye'de anonim şirket halinde tayyare fabrikası kurmak fikrindeydiler. Fransa'da da Breguet, Potez, Hanriot gibi birçok fabrikaları ziyaret etmişler, Hürkuş da bu fabrikaların uçaklarıyla tecrübe uçuşları yapmış, Potez 25 tipindeki rekor tayyaresiyle akrobasi uçuşundan sonra fabrika tarafından Atlantik Okyanus geçiş uçuşu yapması için teklif yapılmış, fakat Fransız Aero Kulübü'nün baskısı ile teklif suya düşmüştür.

Türkiye'ye dönüşte 19 Ekim 1925'de Tayyare Cemiyeti Yönetim Kurulu istifa etmiş, cemiyetin tasarı ve projeleri suya düşmüş, elindeki tayyare, vasıta ve elemanları hava kuvvetlerine verilerek havacılıkla ilgisi kesilmiş oluyordu. Hürkuş'un da tekrar hava kuvvetlerinde görev alması istenince istifa etmiştir.

Milli Savunma Bakanlığı, Kayseri'de Tayyare Onarım ve Motor Anonim Şirketi (TOMTAŞ) adında bir fabrika kurmak için anlaşır. Hürkuş, TOMTAŞ'ın teklifini kabul ederek Almanya'ya gider. Hürkuş, Almanya'da Junkers A.20 tayyarelerinde bazı noksanlıklar bulur, onların düzeltilmesi ile Junkers A.35'lerin yapımını da üstlenir.

18 Temmuz 1926'da telgrafla memlekete çağrılır, Junkers A.35'in satın alınması için tecrübe uçuşu istenir. Junkers bu uçuşun özellikle Hürkuş tarafından yapılmasını, uçağının zamanın en modern ve yüksek ateş kudretinde iki kişilik av tayyaresi, savaşta her tarafa ateş saçabilme gücü olduğunun kanıtlanması için Fransızların gözde uçağı Nieuport Delage ile savaşını ister. 1 Ağustos 1926 da temsili savaş yapılır, savaşı Junkers A.35 ile Hürkuş kazanır.

Hürkuş yurda döndükten sonra, TOMTAŞ emrinde biri 14 kişilik 3 motorlu Junkers G.24, diğeri altı kişilik tek motorlu Junkers F.13 yolcu tayyareleriyle Ankara - Kayseri arasında ulaşım uçuşları yapar. Tarih 1927'dir. Hürkuş'un bu uçuşlarının, yurdumuzda ilk hava yolları uçuşları olduğu düşünülebilir.

Hürkuş, TOMTAŞ'a, Junkers A.35'in kanatlarına benzin depoları ilavesi ile havada kalma süresini uzatarak Ankara-Tahran uçuşunu direkt yaparak, İran devletine uçağı göstermek ve hükümetimizin rızasıyla devletimizin ihtiyacından fazlasının yabancı devletlere de satılabilmesi fikrini açmış. Bu yapılırsa hem devletimiz şereflenecek, hem de TOMTAŞ'a büyük faydası sağlayacaktı. O sırada henüz TOMTAŞ fabrikası teşekkül etmemiş ve Junkers A.35 tayyaresi de TOMTAŞ'a devredilmemiş olduğundan bu uçuşu reddedilmişti.

16 Eylül 1926 tarihinde Türkiye'de ilk paraşüt gösterisi Ankara'da yapıldı. Vecihi Hürkuş'un kullandığı Junkers F–13 uçağından Alman paraşütçü Heinke'nin 700 m irtifadan yaptığı 178. atlayışı Gazi Mustafa Kemal ve Ankaralılar izlediler.

Milli havacılığımız için güzel bir başlangıç olan TOMTAŞ ne yazık ki 1928 yılına kadar çalışmalarına devam edebildi. Kötü yönetimi yüzünden 1928'de iflas etmiş, daha doğrusu iflas ettirilmiştir.

Hürkuş 1925'de Kurtuluş Savaşı öncesi İstanbul'da iken sevdiği, Mustafa Kemal'in yanına Anadolu'ya geçtiği için ailesi tarafından kendisine verilmeyen İhsan Hanım'la anlaşmış, eşinden ayrılarak onunla evlenmiş ve 1927'de Perran isimli bir kızı daha doğmuştur.

Bir yıllık aradan sonra Hürkuş, Türk Hava Kurumu'ndaki eski görev yeri olan Teknik Şubeye döner.

1930 yılı Sanayi Kongresi Ankara'da toplanmış, Halkevi'nde de Yerli Mallar Sergisi açılmıştır. Hürkuş burada yerli malı uçaklarının resim ve maketleri ile üstten kanatlı kapalı kabinli Vecihi K-XI tipi uçak modelinin minyatürünü sergiler ve büyük ilgi görür. Kurumda boş durmaz, yeni uçak model ve tiplerini tasarlamaya devam eder.

1930 yılı yıllık iznini iki ay ücretsiz olarak uzatıp Kadıköy'de bir keresteci dükkânını kiralayarak, üç ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı Vecihi XIV uçağını inşa etmiştir. İlk uçuşunu 16 Eylül 1930'da Kadıköy Fikirtepe'de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapmıştır. Uçak iki kişilik, tek motorlu spor ve eğitim uçağıdır. Uçağı ile birlikte uçarak Ankara'ya dönmüş, Ankara üzerinde bir gösteri yapmış, Başbakan İsmet İnönü ve bazı komutanlar tarafından uçağı incelenerek tebrik edilmiş. Uçabilirlik sertifikası verilmesi için İktisat Bakanlığı'na müracaat ederek müsaade istemiştir.

14 Ekim 1930'da, "Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir" cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen belgenin alınması amacıyla Çekoslovakya'ya gönderilmesi için müsaade almıştır. Uçak Ankara’da sökülmüş, Demiryolu vagonları ile Haydarpaşa’ya, Sirkeci’den de Prag’a gönderilmiştir.

Hürkuş, 6 Aralık 1930'da Prag'a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolü tamamlanmıştır.

Hürkuş 23 Nisan 1931'de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, başköşesinde "Yaşasın Türk Tayyareciliği" yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır.

25 Nisan 1931'de Çekoslovakya'dan uçarak Türkiye'ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931'de Türkiye'ye gelmiştir. Hürkuş, uçağının atıl kalmaması için Posta İdaresi ile çeşitli görüşmelerde bulunur. İlk kurulmak istenen posta hattı Ankara-Erzurum ile Ankara-İstanbul arasında düşünülür.

Bu arada Türk Hava Kurumu yeni bir turne planlar. Ankara'dan başlayan uçuş Aksaray, Konya, Manavgat, Antalya, Fethiye, Muğla, Aydın, Denizli, Uşak, Eskişehir, Adapazarı, İzmit ve Yeşilköy'de tamamlanır. Uçuş büyük bir başarıyla tamamlanmıştır. Kurum şubeleri bağışlarla zenginleşmiştir, ama 3 Kasım 1931 tarihli telgrafla büyük yardımcısı makinisti Hamit'in işine son verilir Hürkuş'a ödenen uçuş tazminatı kesilerek Vecihi XIV uçağı uçuştan men edilir. Bundan sonraki uçuşların Milli Savunma Bakanlığı tarafından verilecek uçakla gerçekleştirileceği bildirilir. Bu durum Hürkuş'un kurum'dan tekrar ayrılmasına neden olur.

Gezileri sırasında gençlikte oluşturduğu uçma sevgisi ile bir havacılık okulu açmayı düşünür. 21 Nisan 1932'de İlk Türk Sivil Havacılık Okulu'nu kurar. İkisi kız olmak üzere 12 öğrenci kaydolur. 27 Eylül 1932'de eğitim ve öğretime başlanır. Okulun gayesi Türk gençliğini havacılığa alıştırmak, tayyareci kuşaklar yetiştirerek Türkiye Cumhuriyeti hava ordusunun yedek gücü olmaktı.

Okulun motorlu ve motorsuz iki şubesi vardı. Eğitim teorik ve uygulamalı olarak yapılıyordu. Büyük bir atölyesi vardı. Kalamış'ta bir hangar ve uçuş alanı olarak kullandıkları küçük bir sahası, bir de Fikirtepesi'nde uçuş alanları vardı.

İlk 12 öğrenci Sait, Tevfik, Muammer, Abdurrahman, Salih, Osman, Rıza, Hikmet, Hüseyin, Kenan, Eribe ve Türkiye’nin ilk kadın pilotu olan Bedriye (Gökmen) idi. Öğrencilerin eğitim sırasında hiçbir kazası olmamıştır. Zor koşullarda eğitim yaparken bazı kurumların, örneğin Tekel İdaresi'nin ve İş Bankası'nın reklâmlarını yapmış, bazı vatansever yetkili kuruluşların da yardımları olmuştur.

Nuri Demirağ Bey, bir tayyare yapımı için 5.000 TL vermiş, böylece 1933'de adı "Nuri Bey" olan “Vecihi XVI” kapalı kabin uçağı yapılmıştır.

Aynı yıl tek satıhlı “Vecihi XV” uçağını da inşa etmişler ve 30 Ağustos 1933'de iki Vecihi XIV, iki tane Vecihi XV ve Nuri Bey Vecihi XVI uçakları ile öğrencileri, İstanbul göklerinde gösteri uçuşu yapmışlar. Okulda, bir de “Vecihi SK-X” adlı, uçak motoru ile çalışan deniz botu yapılmıştır.

Öğrencilerinden Sait Bayav, Tevfik Artan, Muammer Öniz, Osman Kandemir, ilk kadın tayyarecimiz Bedriye Gökmen ve kızı (yeğeni) Eribe yalnız uçmayı başarmışlardır. Vecihi Sivil Tayyare Okulu parasal sorunlardan ve yetiştirdiği öğrencilerin diplomalarına denklik verdirememiş olmasından kapanmıştır.

1935 yılı başlarında Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca, çağrılı olarak Rusya'ya gider. Orada sivil havacılığın durumunu görür ve dönüşünde Atatürk'e anlatır. Atatürk, gezdiği her yerde kendisini havadan saygıyla izleyen, gazetelerdeki yazılardan izlediği Hürkuş hakkında da Fuat Bey'den bilgi ister. Aldığı cevaplar karşısında Büyük Atamız: "Ya, öyle mi? O halde Türk Kuşu namı ile yeni bir çalışma yolu açın ve Vecihi'den faydalanın!" emrini verir.

Hürkuş Ankara'ya çağrılır. O da uçağına atlayarak Ankara'ya gelir. Hürkuş bu durumdan çok sevinçlidir. Türk Kuşu'nda yapılması düşünülenler, onun gerçekleştirmek istediği şeylerdir.

Başöğretmen olarak amatör gençleri çalıştırmak, Etimesgut hangarlarını yapmak, yaz kampı için uçuş sahası İnönü'nün bulunması ve okulunda yetiştirdiği öğrencilerinden Sait Bayav, Tevfik Artan ve Muammer Öniz'in Rusya'ya eğitime gönderilmesi onun mutluluğu olur. Ne yazık ki 29 Ekim 1936'da yeğeni Eribe'nin paraşütünün açılmaması nedeniyle düşmesi ve 30 Ekim 1936 günü şehit olması onu çok üzmüştür.

Türk Hava Kurumu, 1937 sonbaharında mühendislik eğitimi için Hürkuş'u Almanya'ya gönderir. Vecihi Hürkuş, Weimar Mühendislik Mektebi’ne ihtisas sınıfından başlatılmış, bir buçuk yıl sonra da mezun olmuştur. 27 Şubat 1939'da Tayyare Makine Mühendisliği diplomasını almıştır. Türkiye'ye döndüğünde Bayındırlık Bakanlığına başvurarak, "Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesini" almak istedi. Ancak yetkililer, "iki yılda mühendis olunmaz" diye bir gerekçe ile kabul etmemişlerdir.

Mühendisliğini Danıştay kararı ile kabul ettirir. Türk Hava Kurumu'nda da yönetim değişmiş, vazifeleri başkalarına verilmiştir. O günkü koşullarda teknik imkânın olmadığı Van'a tayin edilir. Bunun üzerine istifa ederek kurumdan ayrılır.

1942 Yılında “Vecihi Havada” kitabını yayınlar. Bu kitabında, 1915-1925 yılları arasında Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk döneminde yaşadıklarını, ilk uçağını nasıl yaptığını anlatır.

Havacılıktan uzun bir ayrılıktan sonra 1947'de Kanatlılar Birliği'ni kurdu. Gençlerin büyük ilgi gösterdiği bir kuruluş oldu.

1948'de Türk Hava Kurumu'ndan Magister tipi bir öğrenim uçağı temin ettiler. Kızı Gönül'ün Yazı İşleri Müdürü olduğu "Kanatlılar" adlı aylık bir dergiyi, 12 sayı çıkarttılar. Büyük çoğunluğu üniversite öğrencileri olan Kanatlılar Birliği fazla yaşayamadı.

1951'de beş arkadaşıyla birlikte havadan zirai ilaçlama yapmak üzere "Türk Kanadı" adı ile bir şirket kurmuş, Sait Bayav ve Muammer Öniz'le İngiltere'ye giderek Auster MK-V tipi üç uçak almışlar. Türkiye'ye döndükten sonra ortaklar arasında çıkan anlaşmazlık üzerine Hürkuş, haklarından vazgeçerek şirketten ayrılır. 1952'de Paro mamasının reklâmını yapmak için tekrar İngiltere'ye giderek Percival Proctor V tipi dört kişilik hafif turist tipi tayyare alır. Bu tayyare ile değişik müesseselerin reklâmını yaptı. Paro bebek maması, Puro sabunu gibi gıda ve malzemeleri ufak kâğıt paraşütlerle uçaktan dağıtarak, kanatlarına taktığı patiskalar üzerine banka isimlerini yazarak reklâmcılık yaptı.

6 Ağustos 1954'de “40. Hizmet Yılı”nı kutlamak için Yeşilköy Uluslararası Havaalanı'nın salonunda "Türk Havacılar Bayramı" adıyla bir jübile yapıldı.

29 Kasım 1954'de Hürkuş Hava Yolları'nı kurdu. Türk Hava Yolları'nın seferden kaldırdığı uçaklardan sekiz tayyare Ziraat Bankası'ndan kredi ile satın alınmıştı. Bir takım güçlüklerle uğraşarak hava yollarının sefer yapmadığı yerlere seferler koyarak, izin vermediklerinde gazete taşıyarak çalışmak istedi, ama kazalar, kaçırılmalar, sabotajlar sonunda Hürkuş Hava Yolları'nın uçakları uçuştan men edildi.

Buna rağmen elinde kalan son uçağını (TC-ERK) da Maden Tetkik Arama Enstitüsü'nün emrinde kullanarak Güney Doğu Anadolu'da toryum, uranyum ve fosfat arayarak zor doğa koşullarında çalıştı.

Hayatının sonlarında çok sıkıntı çekmiş, borçlandırılmış, uçamayacak duruma düşürülen uçaklarının sigorta giderleri ve bunların faizleri borcuna eklenmiş, icra takipleri, davalar neden ile vatana hizmet tertibinden kendisine bağlanan çok yetersiz maaşına bile haciz konmuştur.

Ankara'da anılarını yazarken, beyin kanamasından komaya girdi. Gözleri ve kalbi göklerde olan Vecihi Hürkuş, insanların aya ayak basmak üzere dünyadan ayrıldığı gün olan 16 Temmuz 1969 tarihinde Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi'nde hayata gözlerini yumdu.
Ankara, Cebeci Asri Mezarlığı'nda defnedildi.


http://www.tayyarecivecihi.com/

Ülkemizde bir sözün ne kadar doğru olduğunu gösteren bir yaşam kesitidir kendisi:
Burası Türkiye. Yapacağın hiçbir iyi iş cezasız kalmaz...
Rahmetle, hürmetler anıyoruz kendisini. Yeni nesillerin de öğrenmesini umuyoruz.

23 Aralık 2011 Cuma

BİR ŞİİR...

Besbelli bir giden var, sen misin yoksa?
Neden bu limanda gemiler ağlamaklı?
Bu ne çok deniz, bu ne çok martı...
Susturun şu şarkıları yeter artık.
Batırın gemileri vurun zamana...

Bu ne çok keder, bu ne çok acı
Bu ne çok deniz, bu ne çok martı...



Bir bloknot kağıdına yazıp kimbilir son bir kaç yıldır cüzdanımda sakladığım bir şiir. Ne düşünüp oraya nakletmiştim, cüzdanıma koymuştum? Ne düşüncelerle orada kaldı kimbilir? Bunu yapan ben bile hatırlayamadığıma göre önümüzde üç ihtimal var: Ya çok yaşlandım hatırlayamıyorum, ya hatırlamak istemiyor bilinçaltım, ya da artık zamanla herşey yozlaşıyor, insanlar gibi...

SÜNBÜL SİNAN İLE YAVUZ SULTAN

İstanbul'da, Kocamustafapaşa'da, Roma döneminde Andreas Manastırı diye bilinen güzel bir eser varmış.
1486'da camiye çevrilmiş ve Sünbüliye şeyhi Yusuf Sinaneddin Efendi'nin hizmetlerine vesile olmuş. Sünbül Sinan, burada, zahiri ve manevi ilimlerde talebeler yetiştirmiş, huzuruna gelenlere ikramda bulunmuştur. Ünlü şeyh Merkez Efendi de burada yetişmiş, onun en sevgili talebesi imiş. Tam 37 yıl İstanbul halkına hizmet ile talebe okutan Sünbül Sinan hayattayken öyle hürmet görmüş ki, devr ü zamanında padişahlar dahi, huzuruna gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifade etmeye çalışırlarmış.

Rivayete göre Yavuz Sultan Selim, Bursa'da atalarının mezarlarını ziyaret ettiği sırada Cem Sultan'ın kabri başında derin düşüncelere dalar, uzunca bir süre başından ayrılamaz ve bu yiğit amcası için gözyaşı döker. Çünkü çocukluk hatıraları arasında amcası Cem'in büyük yeri vardır. Yavuz türbeden ayrılmak üzereyken birden dedesi Fatih'in amcası Cem'i veliahd görmek istemesini hatırlar ve babasıyla giriştiği mücadeleler gözünün önünden geçer. Her şey başka türlü olabilirdi diye düşünür. Sonra gözü türbe kapısında bekleyen Koca Mustafa Paşa'ya ilişir. O mücadelede Koca Mustafa Paşa'nın rolünü hatırlar. Cem'in küffar elinde, belki de bir tas suya, başında bir Yasin kıraatine hasret can verişinde paşanın olumsuz etkisi olmuştur. Aynı adam şimdi de kendisinin küçük veziridir. Hatta arada sırada kıpırdanıp durmaktadır. Tahta çıkacağı zaman da zaten ağabeyi Ahmed'den taraf olmuştur. Yavuz bunları düşündükçe öfkesi kabardıkça kabarır, hatta taşar. Sonra da ani bir kararla birkaç asker çağırır, Koca Mustafa Paşa'yı tepeletir. Bununla da kalmaz, İstanbul'a geldiği vakit muhasiplerinden birine emir verir: "Tez adam göndertip küçük vezirin camisini de, imaretini de ortadan kaldırsınlar, İstanbul'a böyle bir soysuzun yapısı gerekmez!"

İstanbul'da bu emir hayretle karşılanmakla kalmadı, insanlar tartışmaya da başladı. Sultan böyle bir ferman vermekle neyi ispatlamaya çalışıyordu? Herkes emrin geri alınmasını temenni ile işin nereye varacağını merak ededursun, ellerinde kazma kürekle Kocamustafapaşa Camii avlusuna gelen askerler orada toprak çapalayan Sünbül Efendi ile karşılaştılar. Gelenleri gören şeyh efendi işini bıraktı, emir kullarının yüzlerine sakin sakin baktı, "Ne istersiniz?" diye sordu. Bu öyle bir soruydu ki, muhataplarının zihinlerinden kalplerine yol buldu, hepsinin omuzları düştü, ellerindeki kazmalar yere düştü. Sonra da geri dönüp kendilerini gönderen devletlulara şöyle dediler:

- Biz o camiye elimizi sürmeyeceğiz. Orada biri var ki, o zat orada olduğu müddetçe biz oraya kazma vuramayız; varsın başkası yıksın.

Şimdi kim bunu sultana söyleyecekti? Yavuz gibi bir hükümdara emrinizi yerine getiremiyoruz deme cesaretini kim gösterecekti. Nihayet olup biteni Kemalpaşazade hünkârın kulağına fısıldadı. Yavuz derhal ayaklandı, öfkeyle atına bindi, yel oldu esti, sel oldu aktı, dosdoğru Kocamustafapaşa'ya vardı.

Öte yanda Sünbül Sinan'ın uyanık kalbi bu halden haberdar olmuş, bir kaç dervişiyle cami avlusunda sureta toprak işlemeye başlamıştı. Yavuz'un atının nal sesleri erken vakitte duyuldu. O istifini bozmadı, yalnızca başını kaldırırken "Ya Hak!" dedi, o kadar. İşte o sırada atından inip hışımla üzerine gelmekte olan hünkâr birden yavaşladı. Ayakları kendisine itaat etmiyor gibiydi. Bir şeyler oluyordu... Onu durduran bir şey vardı. Dervişler niyaz duruşunda, başları yerde bekleşmedeydiler. Ama aralarındaki sarışın güzel adam başını eğmemiş bizzat sultanın gözlerinin içine bakıyordu. Bu bakış sanki sultanın gözlerinden kalbine iniyor, orada cümle alemden sakladığı sırlarını, tasalarını, acılarını, emellerini sanki katmer katmer açıyordu. Azıcık daha böyle bakışırlarsa sultanın göz yaşları sel olup akabilirdi, derhal başını indirdi, boynunu büktü ve belli belirsiz bir sesle "Peki yıkılmasın!" diyebildi.

Dağ gibi hükümdar neredeyse bütün haşmetini yitirmişti. Tükürdüğünü yalamak ona göre değildi, ama siz ister şeyh efendinin iki yanında gördüğü aslanların hazır pençeleri deyin, ister gönlünden yayılan ışık deyin Yavuz yenilmişti. İmdadına yine Sünbül Sinan yetişti:

- Hünkarım! Padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerektir. Onun için, hiç değilse, ocakları yıksınlar da hünkâr sözü vücut bulsun.

Birkaç dakika sonra kazmalar, imaret bacalarını indirirken Yavuz, kim bilir hangi ruh haliyle ve hangi ıstıraplar içinde, sırtındaki beyaz samur kürkünü çıkarıp Sünbül Efendi'ye giydirdi.

Halvetiye tarikatının Sünbüliye şubesini kuran büyük veli Sünbül Sinan 1529'da vefat edince bu cami haziresindeki türbesine defnedilmiştir. Hani belki ziyaretine gidilir diye yazdık...

Sevgili ve Saygıdeğer İskender PALA'nın bir yazısından alıntıdır.

15 Aralık 2011 Perşembe

ATATÜRK ZAMANINDA TORPİL

Yıl 1934, o dönemde milli eğitim bakanlığı Ulus'tadır. Bakan ise Niğdeli Abidin ÖZMEN'dir. Bakan, makamında çalışmaktadır. Kapı çalınır. Bakanın gür sesi:

"giriniz!" Atatürk'ün yaverlerinden biri, yanında iki çocukla makama girerler. konuklara yer gösterir ve zarfı açar. atatürk'ten gelen bir mektuptur bu:

"Bay Abidin Özmen, Milli Eğitim Bakanı..."

Abidin Özmen zarfı özenle açar ve mektubu dikkatle okur:

"yaver bey'le, size iki fakir ve kimsesiz çocuk gönderiyorum. bu çocukları, uygun göreceğiniz, bir liseye (parasız yatılı olarak) kaydını yaptırın..."

bu, Atatürk'ün bir emridir. kesinlikle yerine getirilecektir. bakan özmen, orta öğretim genel müdürünü çağırtır ve şu direktifi verir:

"yaver bey'in yanındaki bu iki çocuğun evrakını alınız ve bu çocukların haydarpaşa lisesi'ne paralı yatılı olarak kaydını yaptırıp her ikisi için de üçer yıllık paralı yatılı makbuzlarının veli ve ödeyen hanesine Atatürk'ün ismini yazdırarak bana getiriniz." der.

bakanın emri yerine getirilmiştir. Abidin Özmen de kısa bir mektup yazarak yaver bey'le Atatürk'e yollar.

mektubun içeriği şöyle:

"Muhterem Atatürk, yaver bey'le göndermiş olduğunuz iki çocuk hakkında emirlerinizi aldım. ancak, arkasında Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Atatürk gibi biri bulunduğu için; bu iki çocuğu fakir ve kimsesiz olarak kabul etmeme, hem yasalarımız, hem de mantığımız izin vermedi. bu nedenle her iki çocuğunda emirleriniz gereği haydarpaşa lisesi'ne paralı yatılı olarak kayıtlarını yaptırdım. çocukların üçer yıllık okul taksitlerine ait makbuzları ekte takdim ediyorum..."

Atatürk bu mektup üzerine, devrin başbakanı İsmet İnönü'ye telefon ederek:

"bak senin milli eğitim bakanın bana ne yaptı." diyerek olayı anlatmış.

inönü, bakan adına özür dilemiş. atatürk:

"yok! demiş özür dileme. çok memnun oldum. keşke her devlet adamı bu medeni cesarete sahip olabilse ve doğruyu gösterebilse."

tarihi değeri olan ve hiçbir yerde yayımlanmayan bu anının unutulup gitmesine gönlü razı olmayan bakanın yeğeni yüksek mimar h. rahmi özmen, 15.08.1985 günü bu mektubu gazeteci yazar vahap okay'a iletir.

o da 15.09.1985'te gazetesinde yayımlar.

işte devlet böyle kurulur, devlet böyle adamlarla yönetilir...

Mustafa Kemal in bakanları böyleydi.

7 Aralık 2011 Çarşamba

KİRLİAN FOTOĞRAFÇILIĞI ÖRNEKLERİ




















ATATÜRK SABİHA SULTAN'LA EVLENSEYDİ?

Türkiye'de, bundan 90 sene kadar önce, gerçekleşmesi halinde tarihi baştan başa değiştirecek olan bir evlilik teşebbüsü yaşandı. Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları'nın son hükümdarı Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi.

İşte, Türkiye'nin yakın tarihini baştan başa değiştirecek iken son anda mümkün olamayan bu evlilik girişiminin öyküsü:
Sultan Vahideddin'in iki kızı vardı: Ulviye ve Sabiha Sultanlar... Hükümdarın küçük kızı olan Sabiha Sultan 1894'te doğmuş, ablasıyla beraber Batılı bir prenses gibi büyütülmüş ve evlenme çağına geldiğinde birçok talibi çıkmıştı. Talipler arasında zamanın İran Şahı Ahmed Kaçar Han da yer almış ama Sultan Vahideddin "Sünni bir padişah kızını Şii bir hükümdara nasıl verir?" diyerek isteği ustalıkla geri çevirmişti.
Sabiha Sultan'a işte o günlerde bir başka talip çıktı: Çanakkale'deki kahramanlığı dillerde dolaşmakta olan genç bir asker, Mustafa Kemal Paşa...
Mustafa Kemal Paşa, Sabiha Sultan'dan hakikaten hoşlanmış mıydı, yoksa ezeli rakibi Enver Paşa'nın seneler önce yaptığını yapıp saraya damat mı olmak istemişti, bunları kimse bilmiyor. Ama evlilik olamadı ve her iki taraf da kendi yollarına gittiler. Sonrası, málum... Paşa, Látife Hanım ile kısa sürecek bir izdivaç yaptı; Sabiha Sultan da son Halife Abdülmecid Efendi'nin oğlu olan ve seneler öncesinden aláka duyduğu kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar...
Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa'nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayacak, hattá "Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk'u seviyordum" diyecekti.



BAŞBAKANA YAZDIRDI
Bu evlilik meselesinden geriye tek bir belge kaldı: Sabiha Sultan'ın o günlerden 40 küsur sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nde başbakanlık yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan'ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü'ye yazdırdığı kısa hátıratının birkaç satır.
Mülákat şeklinde kaleme alınan bu hatıratta, Suat Hayri Ürgüplü, Sabiha Sultan'a "Duyduğumuza göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?" diye soruyor ve Sultan şu cevabı veriyor:
"Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan'ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış ...bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."
Mustafa Kemal Paşa ile Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan arasındaki evlilik meselesinin Sabiha Sultan tarafı, işte böyle. Merak edenler için, Sabiha Sultan'ın 1924 sürgününden sonraki hayatını da kısaca anlatayım:
Sultan, 1924 Mart'ında ailesiyle beraber gurbete gitti ve birkaç ay İsviçre'de yaşadıktan sonra Fransa'ya, oradan da Mısır'a naklettiler. Ama, büyük bir aşkla evlendiği eşi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Mısır'da iken aralarına soğukluk girdi ve 1948 Mart'ında boşandılar.


TAZİYE BEKLEDİ
Sabiha Sultan, Menderes Hükümeti'nin 1952 Haziran'ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye'ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve "Osmanoğlu" soyadını aldı. Sonra, İstanbul'a yerleşti; bir ara Avrupa'ya, kızlarının yanına gitti ve hayata 1971'in 26 Ağustos'unda, ortanca kızı Hanzade Sultan'ın Yeniköy'deki yalısında veda etti.
Sultan, boşanmış olmalarına rağmen, kocası Şehzade Ömer Faruk Efendi'ye duyduğu aşkı hayatı boyunca muhafaza etti. Hattá, Faruk Efendi'nin 1969 Mart'ında Mısır'da sürgünde vefat etmesinden sonra, kendisine başsağlığına gelmeyenlerle selámı sabahı kesti. "Boşanmıştınız, artık kocanız değildi, neden başsağlığına gelmelerini beklediniz?" diye soranlara da, "Evet ama amcazádemdi. Bana taziyede bulunmaları lázımdı" diyecekti.
Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa'nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

6 Aralık 2011 Salı

Uruguay Hava Kuvvetleri'nin 571 sefer sayılı uçuşu
































Uruguay Hava Kuvvetleri Uçuş 571, ya da And Dağları uçak kazası, havacılık tarihinde özel yeri olan bir uçak kazası. 13 Ekim 1972 tarihinde 45 kişiyi taşıyan bir uçak And Dağları’na çarpıp düşmüş, hayatta kalan 16 kişi ancak 23 Aralık 1972 günü kazanın üzerinden iki aydan uzun bir süre geçtikten sonra kurtarılabilmiştir.


13 Ekim 1972 Cuma günü, bir Uruguay Hava Kuvvetleri twin turboprop Fairchild FH-227D uçağı, Uruguay'ın Montevideo şehrindeki Stella Maris Koleji'nin "Old Christians" isimli rugby takımını And Dağları üzerinden geçen bir uçuşla Şili’nin Santiago şehrinde yapacakları karşılaşmaya götürüyordu.
Yolculuk bir gün önce 12 Ekim’de Carrasco Uluslararası Havaalanı’nda başlamıştı ancak fırtınalı dağ havası yüzünden, uçak geceyi geçirmek üzere Arjantin’in Mendoza şehrine inmişti. 13 Ekim öğleden sonra yolculuğa devam etmek üzere havalanan uçak kısa süre sonra dağlardaki bir geçitin üzerinden uçmaya başlamıştı. Uçağın pilotu Santiago’daki hava kontrol görevlilerine Şili’nin Curicó şehri üzerinde olduğunu bildirmiş ve iniş için gereken izni almıştı. Daha sonra bunun ölümcül bir hata olduğu ortaya çıkacaktır.
Hâlâ dağların üzerinden seyretmesine rağmen bulut örtüsünün içinden geçerek alçalmaya başlayan uçak kısa süre sonra isimsiz bir zirveye çarptı. Sonraları Cerro Seler adı verilen, Glaciar de las Lágrimas (Gözyaşları Buzulu) olarak da bilinen zirve, Şili ile Arjantin arasındaki uzak dağlık sınırda Cerro Sosneado ve Tinguiririca Volkanı arasında yer alıyordu. 4.200 metrelik rakımda zirveye çarpan uçağın sağ kanadı koparak geriye doğru fırladığında kuyruk üzerindeki dikey dengeleyiciyi kopararak gövde üzerinde arkada kocaman bir delik açılmasına neden olmuştur. Az sonra ikinci bir zirveye çarpan uçağın sol kanadı da kopunca geriye yalnızca havada ilerleyen bir gövde kalmıştır. Yere çakılan gövde dağın dik bir eğiminden kayarak bir kar yığınına takılarak durabilmiştir.


Kırk beş yolcudan onikisi kaza esnasında ya da hemen sonra, beşi ertesi sabah ve biri de yaralarına yenik düşerek sekizinci gün ölmüştür. Geride kalan 27 kişi dondurucu soğuk altında dağların yüksek rakımında hayatta kalmanın çok zor olduğu koşullarla karşı karşıya kaldı. Şartların gerektirdiği hiçbir teçhizata sahip değillerdi. Yirmi dört yaşındaki Adolfo "Fito" Strauch, pilot kabinindeki güneş siperliklerinden yararlanarak birkaç güneş gözlüğü yapmıştı ancak, kar körlüğünü engellemek için dağcı gözlükleri, soğuktan koruyacak giysileri ve buzda yürüyebilmek için kramponları yoktu. Daha da kötüsü hiçbir tıbbi gerecin olmamasıydı. Aralarında bulunan Tıp birinci sınıfta okuyan iki öğrenci uçaktan kalanlarla kırık çıkıklar için derme çatma ateller yapmak zorunda kalmıştır.



Üç ülkeden arama ekipleri kaybolan uçağı aramaya başladılar. Ancak beyaz olan uçak, karın içinde kaldığından gökyüzünden görülemiyordu. Sekiz gün sonra arama çalışmaları durduruldu. Uçakta transistörlü küçük bir radyo bulan çocuklar dağdaki on ikinci günlerinde aramaların durdurulduğunu haber aldılar. Kurtulanlarla yapılan röportajlara dayanarak yazılmış olan Alive: The Story of the Andes Survivors adlı kitapta Piers Paul Read aramaların durdurulduğunu öğrendikten sonra geçenleri şöyle aktarır:
Roy’un etrafında toplananlar haberi duyduktan sonra ağlamaya ve dua etmeye başladılar. Batıda yükselen dağlara doğru sakince bakan Parrado dışında hepsi ağlıyordu. Gustavo [Coco] Nicolich uçaktan çıkıp geldiğinde suratlardaki ifadeden ne olduğunu anlamıştı. Bavullardan ve rugby formalarından yapılmış olan duvardaki delikten tırmanarak loş tünelin ağzında çömeldi, hüzünlü gözlerle ona bakanlara “Hey çocuklar” diye bağırdı, “iyi haberler var! Az önce radyodan duyduk. Aramayı durdurmuşlar.”. Uçağın içinde bir sessizlik olmuştu. İçinde bulundukları çıkmaz durumun ümitsizliğini idrak ettikçe ağladılar. Paez kızgınlıkla Nicolich’e bağırdı: “Allah aşkına bunun neresi iyi haber?”. “Çünkü” dedi Nicolich, “Buradan kurtulmak bize kaldı.” Tek başına bu çocuğun cesareti herkesin umutsuzluğa kapılmasını önlemişti. (88-9, ilk baskı)




Hayatta kalanların elinde sadece birkaç çikolata, çerez ve birkaç şişe şarap vardı. İlk günlerde, zaten az olan yiyecek stoklarını aralarında azar azar paylaşarak idare etmeye çalıştılar. Fito karı eriterek su elde etmenin bir yolunu buldu.
Ne kadar az pay etseler de, stoklar kısa sürede tükendi. Karla kaplı dağlık arazide ne bir doğal bitki örtüsü vardı ne de herhangi bir hayvan yaşıyordu. Hayatta kalabilmek için, ölen arkadaşlarının cesetlerini yemeye karar verdiler. Bu, kolay alınmış bir karar değildi, ölenlerin çoğu hem sınıf arkadaşları hem de yakın dostlarıydı. Nando Parrado 2006 yılında yayımlanan Miracle in the Andes: 72 Days on the Mountain and My Long Trek Home adlı kitabında bu kararı şöyle yorumlar:
Yüksek rakımda vücudun kalori ihtiyacı astronomiktir… açlıktan ölüyorduk ve yiyecek bulma umudumuz da kalmamıştı, ama açlığımız o kadar arttı ki yine de aramaya devam ettik… tekrar tekrar uçağın gövdesinde kalmış kırıntıları aradık durduk. Bavulların deri kısımlarını koparıp yemeye çalıştık. Bu maddelerdeki kimyasalların bize yarardan çok zarar vereceğini bile bile… Koltuk oturaklarını saman buluruz ümidiyle parçaladık ama içinden sadece yenmesi mümkün olmayan koltuk süngeri çıktı. Tekrar tekrar aynı sonuca varıyordum kafamda: Eğer üstümüzdeki elbiseleri yemeyeceksek burada alüminyumdan, plastikten, buz ve kayadan başka hiçbir şey yoktu. (94-95)
Piers Paul Read’in Alive kitabında önemle üzerinde durduğu gibi yolcuların hepsi Katolikti. Read’e göre bazıları yaptıklarını hıristiyanların Eucharist ayinine denk gördü. Bazıları başlarda çekingen davrandıysa da hayatta kalmanın başka bir yolu olmadığını anlayarak birkaç gün içinde fikirlerini değiştirdiler.


İlk başta hayatta kalanların sekizi uçağın enkazında uyurken üzerlerine düşen bir çığ sonucu 29 Ekim gecesi hayatını kaybetti.



Çığdan sonra çocukların bazısı, hayatta kalabilmenin tek yolunun dağları tırmanarak aşmak ve yardım aramak olduğunda ısrar ettiler. Yardımcı pilotun Curico’yu geçtiklerini belirtmesi nedeniyle Şili topraklarının, batıda yalnızca birkaç mil ötede olduğunu düşünüyorlardı. Grubun içinde en sağlıklı ve güçlü olanlar her yöne doğru yaptıkları ufak yürüyüşlerle hem uçağın kopan kuyruğunu hem de kaza anında kaybolan arkadaşlarını araştırdı. Böyle bir yürüyüş sonucunda altı kişinin cesedini, daha yüksek bir rakımda buldular. Yürüyüşlere katılmak isteyenler, bu kadar yüksek rakımda yürümenin ve amansız geçen soğuk gecelere dayanmanın zorluğu karşısında bundan vazgeçtiler.
Birkaç denemeden sonra Nando Parrado, Roberto Canessa ve Antonio "Tintin" Vizíntin’den oluşan son bir grup kuruldu. Roberto Canessa'nın ısrarıyla ilk önce Parrado ile birlikte kuyruğu bulmak için doğuya doğru gitmeye karar verdiler. Bu denemelerinde uçağın kuyruğunu buldular. Kuyruğun içinde birkaç bavul bulunuyordu. Çok az yemek artığı, bir çizgiroman, giysi ve sigara buldular. Tintin'in bulduğu, boruların çevresine sarılmış yalıtım malzemesi, daha sonra kurtulmalarını sağlayan önemli bir nokta olacaktı.



Kazadan hemen sonra uçağın kokpitindeki telsizi kullanmak için bir girişimde bulunmuşlardı ama telsizi çalıştıracak güç kaynakları yoktu. Kazadan kurtulan ancak daha sonra çığ altında kalarak ölen uçağın bakım görevlisi, uçağın akülerinin kaybolan kuyruk bölümünde olduğundan söz etmişti.



Kuyruğu bulunca akülerin yerini de tespit ettiler ancak uçağın gövdesine taşınamayacak kadar ağır olduğunu farkedince telsizi kuyruğun yanına getirmeye karar verdiler. Geriye dönen çocuklar, hayatta kalanların en gençlerinden Roy Harley’nin gönülsüz de olsa yardım etmesini sağladılar. Harley aralarında elektronikten anlayan tek kişiydi. Birkaç süren uğraşının ardından Harley ve Canessa telsizi çalıştıramayacaklarına karar verip geri döndüler. Telsizin akü ile değil, uçak motorunun ürettiği güçle çalıştığını bilmiyorlardı.



Artık tek kurtuluş yolunun batıya doğru dağları aşmak olduğunun farkına varmışlardı. Ancak geceleri hayatta kalmanın bir yolunu bulmadan tırmanmaya çalışmak olanaksızdı. İşte bu noktada uyku tulumu fikri ortaya atıldı.
Nando Parrado, Miracle in the Andes: 72 Days on the Mountain and My Long Trek Home adlı kitabında otuz dört yıl sonra şunları yazacaktı:
İkinci büyük zorluk, özellikle de günbatımından sonra soğuktan kendimizi korumaktı. Yılın bu zamanlarında gündüzleri hava sıcaklığı donma derecesinin üzerine çıkabiliyordu ancak geceleri bizi öldürecek kadar soğuk oluyordu. Ayrıca artık açık yamaçlarda sığınacak bir yer bulamayacağımızı da biliyorduk. Uzun geceleri donmadan geçirebilmenin bir yolunu bulmalıydık ve uçağın kuyruk bölümünden kurtardığımız yalıtım malzemeleri bize çözüm yolunu gösterdi… yolculuk hakkında fikirlerimizi paylaşırken bu yalıtım parçalarını birbirine dikerek büyük ılık bir battaniye yapabileceğimizi farkettik. Sonra da bu battaniyeyi ikiye katlayıp kenarlarını diktiğimizde, üç kişinin içine girip soğuktan kendini koruyabileceği büyük yalıtılmış bir uyku tulumu yapabileceğimizi anladık. Üç kişinin vücut sıcaklığı ve yalıtkan malzemenin yardımıyla en soğuk gecelerin bile üstesinden gelebilecektik.
Carlitos bu işi üstüne aldı. Daha küçük bir çocukken annesinden dikiş dikmeyi öğrenmişti. Annemin makyaj çantasında bulduğum dikiş setini kullanarak hemen işe koyuldu… daha hızlı çalışabilmek için bize de dikiş dikmeyi öğretti ve hepimiz sırayla işe koyulduk… Carlitos, Coche, Gustavo [Zerbino] ve Fito içimizdeki en hızlı ve en iyi terzilerdi. (170-1)
Uyku tulumu tamamlandıktan ve hayatta kalanlardan Numa Turcatti yaraları nedeniyle öldükten sonra, daha önceleri kararsız olan Canessa da yola çıkmanın doğru olacağına kanaat getirdi ve üç yolcu 12 Aralık’ta tırmanmaya başladılar.



12 Aralık 1972’de, kazanın üstünden iki ay geçtikten sonra Parrado, Canessa ve Vizintín tırmanmaya başladılar. Önde giden Parrado’yu diğerleri sık sık yavaşlaması için uyardı. Hâlâ çok soğuk olmasına rağmen, uçağın kuyruğundan çıkardıkları yalıtım malzemesi ile yaptıkları uyku tulumu sayesinde geceleri hayatta kalabildiler.
Tırmanışlarının üçüncü gününde, Parrado diğer ikisinden önce dağın tepesine ulaştı. Orada gördüğü, kelimenin tam manasıyla nefesini kesti. Göz alabildiğince dağlar uzanıyordu önünde. Uzaklarda küçük bir "Y" görünce dağdan çıkışın buradan olduğunu düşündü ve umudunu kaybetmedi. Tırmanışlarının planladıklarından daha fazla enerji gerektireceğini anlayınca ve yiyecek stokları da azalınca Parrado ve Canessa, Vizintín’i kaza mahalline geri gönderdiler. Geri dönüş sadece üç saat sürdü



Parrado ve Canessa birkaç günlük yürüyüşün sonunda kar çizgisinin bitimine ulaştı. Dokuzuncu gece dinlenmek için durakladılar. Parrado ateş yakmak için çalı çırpı toplarken Canessa’nın dikkatini, nehrin öte yakasında at üzerinde bir adama benzer bir karaltı çekti ve Parrado’ya nehrin kenarına inmesi için bağırdı. Önce Canessa’nın hayal gördüğünü sanmışlardı ancak sonunda üç atlıyı gördüler. Aralarındaki nehre rağmen Nando ve Canessa durumlarını adamlara anlatmaya çalıştılar. Atlıların içindeki Şilili Huaso Sergio Catalan "yarın" diye bağırarak cevap verdi. Kurtarılacaklarını anlamışlardı ve nehrin kenarında uyumak için yerleştiler. Ertesi gün geri dönen atlılar bir taşa kâğıt ve kalem bağlayarak delikanlılara attılar. Parrado uçak kazası hakkında bir not yazarak taşı onlara geri attı. Catalan, at üzerinde çok uzun bir yol katederek yardım aramaya gitti ve sonunda helikopterlerle bir kurtarma ekibi geldi. Nando helikopterlerle birlikte dağlara, diğer hayatta kalanların yerini göstermek için geri döndü. 13 Ekim Uruguay Hava Kuvvetleri Uçuş 571 kazasından sağ kurtulanların olduğu haberi uluslararası basına da sızdığından yöre gazeteci akınına uğradı.




Kaza yerinde kalanlar Parrado ve Canessa’nın yardım bulduğunu ertesi gün radyodan öğrendi. Aynı gün, 22 Aralık 1972'de öğleden sonra iki arama kurtarma görevlisi ve Parrado'yu taşıyan helikopter bölgeye ulaşarak hayatta kalanların yarısını helikoptere aldı. Kurtarma görevlileriyle birlikte geride kalanlar, geceleyin And Dağları’nda uçuşun zorluğu nedeniyle ertesi sabah gelecek olan helikopteri bekledi. İkinci helikopter 23 Aralık günü gündoğarken kaza mahalline ulaştı ve kazadan kurtulan on altı kişinin tamamı kurtarılmış oldu. Kurtulanlar Santiago’daki hastanelere götürülerek, yükseklik hastalığı, dehidratasyon, soğuk çarpması, kırık kemikler, iskorbüt ve kötü beslenme nedeniyle tedavi gördüler.



Kazazedeler, yanlarında taşıdıkları peynirleri yiyerek hayatta kalmayı başardıklarını söylediler. Diğer detayları aileleriyle paylaşmayı planlamışlardı. Ancak kaza yerinde çekilen fotoğraflar basına sızdırıldı ve sansasyon yaratmak üzere hazırlanmış yazılarla kamuoyunun önüne neredeyse atıldılar.
Kazadan kurtulanlar 28 Aralık günü Montevideo’da Stella Maris Koleji’nde bir basın toplantısı yaparak son 72 gün başlarına gelenleri anlattılar. [1] (Daha sonraki yıllarda iki kitabın yayımlanmasına, iki filmin çekilmesine ve bu olay hakkındaki resmi web sitesinin hazırlanmasına da yardımcı oldular).
Kazada ölenlerden geriye kalanlar, kaza mahallinden yarım mil ötedeki bir taş yığının altına gömüldü. Mezarın tam ortasına demir bir haç kondu. Uçağın gövdesinden geriye kalanlar maceraperestlerin ilgisini çekme ihtimaline karşı yakıldı.



Alive: The Story of the Andes Survivors (1974)
Kurtarılmalarından iki yıl sonra yazılan ilk kitap, Alive: The Story of the Andes Survivors, kurtulanlarla ve aileleriyle röportaj yapan Piers Paul Read tarafından yayımlanmıştır. Önemli bir başarı kazanan bu kitap hâlâ popülerliğini korumaktadır. Kitabın açılışında, kazadan kurtulanlar, niçin bu kitabın yazılmasını istediklerini şöyle belirtir:
Bu kitabın yazılmasına ve dağda olanlar hakkında çıkan söylentilere karşı doğrunun bilinmesine karar verdik. Çektiklerimizin ve dayanışmamızın öyküsü olan bu kitabı ölen dostlarımıza ve en çok ihtiyaç duyduğumuz anda sevgi ve anlayışla bizi kucaklayan ailelerine adıyoruz.




Miracle in the Andes (2006)
Kurtulmalarından otuz dört yıl sonra Nando Parrado Vince Rause ile birlikte Miracle in the Andes: 72 Days on the Mountain and My Long Trek Home adlı kitabını yayımladı. Olumlu tepkiler alan kitabının başında Parrado kamuoyunun olaya tepkisini şöyle anlatır:
Aslında hayatta kalıp kurtulmamız ulusal bir gurur konusu olmuştu. Başımızdan geçen çetin olaylar görkemli bir macera olarak kutlanıyordu. ...Dağlarda yaşadıklarımızın görkemle yakından uzaktan alâkası olmadığını onlara nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Orada yalnızca çirkinlik ve korku ve ümitsizlik ve masum insanların ölümünü izlemenin yarattığı düşkünlük vardı. Aynı zamanda, konunun yalnızca hayatta kalmak için ne yemek zorunda kaldığımızla ilgili yaratılan sansasyon ile de sarsıldım. Kurtarılmamızdan kısa süre sonra Katolik Kilisesi’nin resmî yetkilileri kilise doktrinine göre ölülerin etini yiyerek günah işlemediğimizi açıkladı. Roberto’nun da dağda dediği gibi, eğer kendimizin ölmesine izin verseydik günah işlemiş olacağımızı dünyaya duyurdu. Beni asıl rahatlatan, ölen arkadaşlarımızın ailelerinin bize olan desteklerini kamuoyuna açıklamalarıydı. Tüm dünyaya, hayatta kalabilmek için yaptıklarımızı anladıklarını ve kabul ettiklerini bildirdiler… onların bu jestine rağmen birçok gazete, pervasızca bu olaydan yararlanmak amacıyla, sadece beslenme şeklimize odaklandı. Hatta bazı gazeteler ön sayfalarında dehşet verici görüntülerin üzerine korkunç başlıklar attı. (247-8)




Alive: The Miracle of the Andes (1993)
Alive: The Miracle of the Andes, farklı eleştiriler aldı. Filmin yönetmeni Frank Marshall’dı ve Piers Paul Read’in Alive: The Story of the Andes Survivors adlı kitabını temel alıyordu. Filmin başrolünde Ethan Hawke yeralmıştı ve film John Malkovich tarafından anlatılıyordu.
Nando Parrado filme teknik danışmanlık yaptı. Carlitos Páez ve Ramon "Moncho" Sabella filmin çekimi için yeniden hazırlanan uçak gövdesini ziyaret ederek setin tarihsel doğruluğunu sağlamak için yardımcı oldular ve oyunculara olayların nasıl geliştiğini anlattılar.


Alive: 20 Years Later (1993)
Alive: 20 Years Later Jill Fullerton-Smith'in yazıp yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği belgesel film. Martin Sheen anlatıcı olarak yer almıştır. Belgesel, kazadan kurtulanların yirmi yıl sonraki yaşantılarını inceliyor ve Alive: The Miracle of the Andes filminin yapımına katılımlarını anlatıyor.


Resmî websitesi (2002)
2002 yılında olayın 30. yıldönümü nedeniyle kurtulanlar için resmî bir internet sitesi [2] kuruldu. Viven! El Accidente de Los Andes başlığını taşıyan site İspanyolca ve İngilizce versiyonlara sahiptir.



Kurtulan onaltı kişi
José Pedro Algorta, 21
Roberto Canessa, 19
Alfredo "Pancho" Delgado, 24
Daniel Fernandez, 26
Roberto "Bobby" François, 20
Roy Harley, 20
José Luis "Coche" Inciarte, 24
Alvaro Mangino, 19
Javier Methol, 38
Carlos "Carlitos" Páez, 18
Nando Parrado, 22
Ramon "Moncho" Sabella, 21
Adolfo "Fito" Strauch, 24
Eduardo Strauch, 25
Antonio "Tintin" Vizíntin, 19
Gustavo Zerbino, 19



Ölenler
24 yolcu ve beş mürettebatın tamamı dağda öldü:
Francisco "Panchito" Abal, 21
Gaston Costemalle, 23
Rafael Echavarren, 22
Albay Julio César Ferradás, 39, Pilot
José Guido Magri, 23
Alexis "Alejo" Hounié, 20
Yarbay Dante Lagurara, 41, Yardımcı pilot
Filipe Maquirriain, 22
Mrs. Graciela Mariani, 43
Julio Martínez Lamas, 24
Teğmen Ramon Martínez, 30, Yönbulucu
Daniel Maspons, 20
Juan Carlos Menéndez, 22
Mrs. Liliana Methol, 34
Mrs. Esther Nicola, 40
Dr. Francisco Nicola, 40
Gustavo "Coco" Nicolich, 20
Arturo Nogueira, 21
Mrs. Eugenia Parrado, 50
Susana "Susy" Parrado, 20
Marcelo Pérez, 25
Enrique Platero, 22
Çavuş Ovidio Ramirez, 26, Kabin görevlisi
Çavuş Carlos Roque, 24, Bakım görevlisi
Daniel Shaw, 24
Diego Storm, 20
Numa Turcatti, 24
Carlos Valeta, 18
Fernando Vasquez, 20





3 Aralık 2011 Cumartesi

AN GELİR...

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı’nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
attilâ ilhan ölür

ATTİLA İLHAN

NEDİR AŞK?

Aşk, o tırmandığın elma ağacındaki uzanamadığın, dalın en ucundaki elmadır. o en kırmızı elma...

Aşk, buz gibi soğukta zifiri karanlıkta bir parça sıcaklık bir parça ışıktır...

Aşk, köpekler gibi susadığın zaman gözünü kapayıp hayal ettiğin o bir bardak soğuk suda gizlidir...

Aşk, ağladığında yüreğini inceden yakan o minnacık sızıdır aslında.

Aşk, yalın ayak çıplak soğuk kaldırımlarda yürürken ayağından saplanan o bıaçk gibi soğuktur birazcıkta...

Aşk, bir babanın akşama kadar durup dinlenmeden evlatları için ekmek parası uğruna çırpınmasıdır biraz da...

Aşk, aşk ile yapılan herşeydedir aslında.

Uzaklarda değildir aşk, taa içimizden bir yanda aşk...

1 Aralık 2011 Perşembe

WEEPING MEADOW (AĞLAYAN ÇAYIR)

























Ünlü Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos' a ait bir görsel şölen olan Ağlayan Çayır filmine ait filmin içerisinden, kendi oyuncularından bir yorum. Ölmeden önce izlenmesi gereken filmler arasında ilk yirmi arasında olan ve müziklerini yine efsane sanatçı, hüznün kraliçesi Eleni Karaindrou'nun yaptığı film.



30 Kasım 2011 Çarşamba

25 Kasım 2011 Cuma

BİR SÖZ...

Affedince yorulur insan,
Yalnız kaldığında bir de;
Ama insanı en çok yoran şey hayal kurmaktır,
Olmayacağını bildiği halde…


CENGİZ AYTMATOV

BEYAZ GEMİ

Cengiz Aytmatov klasiği. romanı üst metin ve alt metin diye ikiye ayırırsak, tadına daha güzel varılır. üst metinde;

7-8 yaşlarında bir çocuğun yalnızlık psikolojisidir anlatılan. ve okurken yürek burkar. şahıs kadrosu şöye;

çocuk: 7-8 yaşlarında, kulakları kepçe, boynu ince, başı kocaman ve tostoparlaktır. uzun kirpiklidir ve boyu da mısır koçanı gibi kısadır.

3 aile arasında tek çocuktur. "tank", "deve", "eyer" ve kurt" adını verdiği kayalarla oynar, dedesinin ona verdiği dürbünüyle konuşur. arkadaşsız yapayalnız hayatında ona bunları unutturan şey de arada sırada köye uğrayan "maşin mağaza" yani gezgin satıcıdır. annesi ve babası o daha küçükken ayrılmışlardır ve ikisi de başka yerlere gidip kendilerine başka hayat kurmuşlardır. ona sadece dedesi sahip çıkar. ona masallar anlatır. çocuk masalları o kadar sever ki, masal dünyasıyla gerçek dünya birbirine girer çocuğun hayatında.

çocuk bir tepenin başına çıkıp, ıssık-gölden geçen beyaz gemiyi izler sürekli. babasının o gemide çalıştığını hayal eder ve bir gün balık olup babasının çalıştığı gemiye kadar yüzüp babasına kavuşmayı hayal eder.

mümin: çocuğun dedesidir. boyu kısa, burnu basıktır. köse sakallıdır. üstü başı perişan bir halde gezer. yaşlı olmasına rağmen çok çeviktir, bütün işe o koşar köydeki. her işe koştup her işi becermesi yüzünden de lakabı "kıvrak mümin"dir. torununu sever ve her zaman onunla ilgilenmeye çalışır. ona sürekli masallar anlatır. farkında olmadan çocuğun hayatını masallarla kaplar. en çok üzüldüğü de kızlarının kötü talihidir. çocuğun annesi kocasından ayrılıp başka bir şehre gitmiş ve orda da rahatı pek iyi değildir. diğer kızı yanındadır fakat o da kötü bir evlilik yapmıştır ve damadı kötü bir adamdır. mümine, müminin kızına olmadık eziyetler eder.

orozkul: orozkul, şişman bir adamdır. hergün içki içer. çocuğu olmaz ve bunun acısını da hergün karısını döverek çıkarmaya çalışır. santaş vadisi'ndeki ormanda bekçidir. bekçi olmasına rağmen ormanı talan eden kendisidir. ağaçları para ya da başka şeyler karşılığında tanıdığı insanlara satar.

diğer karakterler; bekey hala (orozkul'un karısı), nine (mümin'in ikinci karısı), seydahmet ve gülcemal (bunlar da karı kocadır) bu karakterler romanda birer dekor şahıstır.

roman ıssık-göldeki santaş vadisi'nde geçer. dede çocuğa seneye okula gideceği için gezgin mağazadan bir çanta alır roman burada başlar. ve yaklaşık 2 senelik zaman diliminde geçer. romanda bir de "maral ana masalı" vardır masal unsuru olarak.

daha derine inmek mümkün yalnız asıl konulara gelelim roman incelemesi yaptık ayaküstü.

roman asıl 3 kişi arasında geçer. çocuk, mümin ve orozkul. buraya kadar anlatılanlar üst metindir. yani romanın yüzeyinde dolaşan anlatısı. alt metine ulaşmak için orozkul'u ele almamız lazım.

orozkul, rus'a kul anlamındadır. ipin ucu bir nevi. daha sonrasında ise romanı okuyanların hepsi ipin kalan hepsini çeker kendine.

çocuk geleceği sembolize eder. yani romanın geçtiği zamandaki (stalin dönemindeki rusya) kırgızlar'ın geleceğidir. onun için de adı çocuktur. herhangi bir ada sahip değildir. umuttur o çünkü. dürbünüyle sürekli uzaklara bakması da bunu simgeler. beyaz gemiyi izlemesi ve babasına ulaşma arzusu bir nevi kurtarıcıyı beklemektir. o durumdan onu çekip çıkartacak bir kurtarıcı. çünkü babanın simgesel özelliği koruyucu ve kurtarıcı olmasıdır. annesinden hiç söz etmez roman boyunca çocuk. çünkü annesi terketmiştir çocuğunu ve bir çocuk için de en affedilmez olan kendisini terkeden annesidir. anne de vatan simgesidir. çocuğun annesinden söz etmemesi kırgızların bir vatanının olmayışıdır aslında.

mümin dede ise geçmişi sembolize eder. kırgızların geçmişidir. anlattığı masallar, (özellikle maral ana masalı) buğu kardeşliğine inanması vb. üstünün başının eskiliği perişanlığı geçmişi simgeler. geçmiş de pasiftir. geleceğe uzanamaz kolaylıkla. geleceği de içinde barındırdığı özelliklerle besler. yalnız şimdiki zamanda bu özelliklerden eser yoksa gelecek yıkılır...

orozkul ise eleştirilen romanın yazıldığı tarihteki şimdidir. rus'a kul olan kırgızlardır eleştirilen. kendi geleneklerinden kopmuş, kendi değerlerini başkalarına satan, kendi değerlerini yağmalayan insanlardır. orozkul hep şehir hayatını düşünür, şehrin caddelerinde yanında güzel bir rus kadınıyla dolaşmayı hayal eder. rusça konuşulmasını ister kendi dilini kaba bulup. orozkul kısır bir insandır, çocuğu olmaz. bu da kırgızların kendilerinden ortaya bir şey koyamamasına bağlayabilir. ortada kırgız adına bir şey yoktur çünkü. çocuk da geleceğin simgesiydi, yani bir insanın kendinden parça dünyaya getirmesi, onu yaşatması. orozkul bunların hiçbirine sahip değildir ve bu buhranla karısına ve çevresindekilere hep işkence eder. mümini sürekli yanından kovmakla işsiz bırakmakla tehdit eder. halbuki tüm işi mümin görür ormandaki, asıl orozkul'un oradaki insanlara ihtiyacı vardır, oradaki insanların orozkul'a değil. yalnız mümin bunun farkında değildir.

en sonunda ise santaş vadisine gelen maralları orozkul zorla mümin'e vurdurur ve etlerini yerler. çocuk da bu olaya şahit olur. mümin çocuğun yarattığı dünyasını yıkar, alt-üst eder. çocuk için de tutunacak bir şey kalmaz ve balık olur. burada çocuğun ölümü aslında bir başkaldırıdır. o zamandaki düzene alet olmaz çocuk, onu reddeder. ve beyaz gemiye ulaşmak ve balık olup yüzmek için suya atlar...

cengiz aytmatov'un kafatasçı bir milliyetçi olmayışı ve yokolup giden değerler karşısında bir çocukla her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. milli bir unsurdan evrensele ulaşmıştır her romanında. beyaz gemi de onlardan bir tanesi.

BOYNUZLU MARAL ANA MASALI

Cengiz Aytmatov'un Beyaz Gemi adlı kitabın içerisinde geçen masaldır. kısaca özetleyecek olursak;

bundan çok uzun zaman önce orta asya'da kırgız kavimleri ile diğer kavimler yaşarmış. bu kavimler birbirleri ile savaşırlar ara sıra da barış ortamı olurmuş. neyse, gel zaman git zaman bir gün düşman kavim bütün gücü ile kırgız ülkesine saldırmış. etrafta canlı adına ne bulunduysa öldürülmüş,kılıçtan geçirilmiş. büyük bir sevinç içinde geri dönerken düşman kavim, orman içinden biri kız biri erkek iki çocuk köye gelmişler.

bu iki çocuk ne olduğunu anlamamış ilk önce.bakmışlar ki herkes öldürülmüş. büyük bir üzüntü içerisinde düşmanın çıkardığı toz bulutunun arkasından gitmeye başlamışlar. bir bakıma ateşin içine atmışlar yani kendilerini.

akşam olunca köye varmışlar. karınları çok acıkmış tabii. gelen et kokularına dayanamayıp köy halkının içine karışmışlar. orada bulunanlar bu iki çocuğu görünce “siz kimsiniz?” diye sormuşlar. çocukların cevap vermesiyle onların da kırgız olduğunu anlamışlar. ve çok büyük bir öfkeyle ne yapacaklarını aramaya koyulmuşlar. hemen reisin yanına gidip durumu açmışlar. reis çok hiddetlenmiş tabii. hemen bu iki çocuğu orada bulunan yaşlı iyi kalpli kadına vermiş ve “git bunları öldür” demiş.

yaşlı kadın büyük üzüntü içerisinde almış çocukları getirmiş bir uçurum kenarına. tam atacakken arkadan bir geyik “bırak onları kadın” diye seslenmiş. kadın şaşırmış tabii. hiç geyik konuşur mu? geyik “onları bana ver memem süt dolu onlar benim çocuğum olsun” demiş. kadından almış bu iki çocuğu ve çok uzaklara ıssık göl civarına götürmüş.

orada yerleşmiş ve çoğalmışlar. çok mutlu hayat sürmüşler. daha sonra yoldan çıkan insanlar ölenlerin mezarına geyik boynuzu dikme adeti edinmişler. bu onlara ayrı bir fors katmış yani. karşı çıkan insanlar da olsa zamanla geyik avlama çoğalmış.

gel zaman git zaman o kadar avlanma olmuş ki çok az geyik kalmış. bunun üzerine ihanete uğrayan ana geyik yaşlı gözlerle bu köye bakarak yanına aldığı birkaç geyik ile oralardan çekip gitmiş...